AYET VE SLOGAN
SELİM GÜRBÜZER
Ruşen Çakır Milliyet Gazetesi
yazarlarından bir kalem erbabıdır Bilhassa ‘Ayet ve Slogan’ adlı kitabında
Seyda Hz.leri ile ilgili gözlemlerini aktarmasına aktarmış ama kendisinin bikere
tasavvufun ‘kal değil hal olduğu’
gerçeğinden bihaber halde yazdığını çok rahatlıkla görebiliyoruz. Bu nedenle Seyda
Hz.lerine ve ona gönül vermiş olan insanlara bakışı hep şekli olmuştur
diyebiliriz. Nitekim yazdığı kitabın Seyda Hz.leri ile ilgili kısmında yer
verdiği hususların çoğu sloganik olmaktan öte bir anlam ifade etmeyeceği çok
açık ortada zaten. Madem öyle, Ruşen Çakır bir bakalım Seyda Hz.leri için ne
demiş paragraf paragraf bir izleyelim. Ve bende bu arada Bayburt Postası yazarı
olarak her paragrafı kendi zaviyemden bir değerlendirmiş olayım:
http://www.bayburtpostasi.com.tr/ayet-ve-slogan-makale,7738.html
Ruşen Çakır: GARİPLER
İÇİN BİR TEKKE-KÖY MENZİL DERGÂHI
1970’’li yıllarda, İstanbul'un
Çağlayan semtinde genellikle yaz aylarında Adıyaman’a otobüsler kalkardı. Rize,
Trabzon gibi Karadeniz illerinden göçmüş, çoğu esnaf kökenli insanlar bir
ibadet ciddiyeti içinde kiraladıkları otobüslerle yüzlerce kilometre kat
ederlerdi. Mahallede içki, kumar vb. alışkanlıklara tutkun çok sayıda erkek,
büyük ölçüde de ailelerinin zorlamasıyla çıktıkları bu yolculukların ardından
tövbe etmiş olarak dönerlerdi. Kısa bir süre sonra ise takke, cübbe ve
şalvarlar içinde, yeşillere bürünmüş, sakal bırakmış olarak camilerin beş vakit
müdavimleri olurlardı. İçlerinde bu yolculuğu tekrarlayanlar da çıktı,
ailelerindeki dindarlar tarafından "Bu adam iflah olmaz" diye
kendilerinden umut kesilenler de. Yolcuların sayısı, "kötü
alışkanlıkların" kurulu aile düzenlerini tehdit etme durumuna göre azalıp
çoğalıyordu. Değişerek dönenler, eski alışkanlık arkadaşlarına yoğun propaganda
yapıyorlardı. Ancak aynı yolculuğa çıkmak isteyebilecek birçok kişi,
"Nakşibendî olmayı’ göze alamadıkları için eski yaşamlarını sürdürdüler,
Çünkü o günlerde Nakşîlik günümüzdeki kadar meşrulaşmış değildi; yeraltını, devletin
aleyhinde olmayı, dolayısıyla devletin baskısını çağrıştırıyordu...
Selim Gürbüzer: Oysa tövbe edip
dönenlerin tümü sakallı, şalvarlı, cübbeli olarak dönmüyor, tamamen kişinin
tercihine kalmış bir şeydi. Kaldı ki bu yolun mudavimleri surete değil sirete
önem vermekteler, bu yüzden bu yolda kalben nakş olmak esastır. Keza bu yolda beyaz sarık takmak sadece
medrese ilminden icazet almış olanların takması uygun görülür, avam içinse dini
vecibelerini yerine getirmede takke takması kâfidir. Zaten sarığın sünnet
olmanın ötesinde, bu sünnetin ilmi anlamı olması hasebiyle ilim sahibi bir kişi
ile avamı ayırd etmede sarık sadece bir nişanedir. Ayrıca tasavvufi yolda asla
ve kat’a propaganda yoktur, bilakis İslam’ın öngördüğü ikna etme yöntemi ve
sohbet söz konusudur. Kaldı ki tasavvuf kal (propaganda-söz) değil,
haldir (İslam’ı yaşamaktır). Gariplik hususuna gelince Allah (c.c)
garipleri sever, nitekim bu din garip geldi garip gidecek hükmü bunu teyit
ediyor.
Ruşen
Çakır: Kuşkusuz otobüsler yalnızca Çağlayan'dan kalkmıyordu. İstanbul'un
diğer semtlerinden, diğer büyük kentlerden, küçük kentlerden, kasabalardan,
köylerden çok sayıda insan, Adıyaman'ın Kâhta ilçesine bağlı,
Adıyaman-Diyarbakır Karayolu'nun 60. kilometresindeki Menzil (bugünkü adıyla Durak) Köyü’ne
akıyorlardı. Hedef, Nakşî şeyhi Mehmet Reşit Erol'un huzuruna çıkmak, onun
elini öpmek, ona dertlerini dökmekti. Karşılığında beklenen, onun sağ elini
ziyaretçilerinin sağ omuzlarına koyması, "İnşallah iyi olacaksın" benzeri bir söz söylemesi, öğütler
vermesiydi. Müridleri tarafımdan "Sultan Hz.leri" veya "Seyda Hz.leri"
olarak adlandırılan Mehmet Reşit Erol'u ve onun hızını kaybetmeden günümüze
kadar süren faaliyetini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere gitmek,
babası S. Abdülhakim Hüseyni (Erol)'un yaşamını incelemek gerekiyor. 1902
yılında Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde doğan Abdülhakim Hüseyni,
imam ve medrese hocası olan babasının ölümünden sonra küçük yaşta dedesinin
yanına yerleşmiş. Dedesi onu daha sekiz yaşındayken yörenin ünlü şeyhlerinden
Muhammed Ziyaüddin'in halkasına kalmış. 6 yıl şeyhinin yanında İslam
ilimleri tahsil eden Abdülhakim Hüseyni, onunla manevi irtibatını kesmemiş.
Cumhuriyet yönetiminin tekke ve medreseleri kapatmasıyla Baykan'ın Taruni
köyünde imamlık yapmaya başlamış. Bu arada şeyhi ölmüş. "Gördüğü bir rüya
üzerine" Suriye'nin Hazne köyünde yaşayan Nakşî şeyhi Ahmet Haznevi'ye
bağlanmak için defalarca sınırı geçmiş. 14 yıllık ziyaretlerinin sonucunda,
önce 34 yaşında "ilim icazetini", iki yıl sonra da "irşad
müsaadesini" almış. Tarikat faaliyetlerini Taruni ve Bilvanis köylerinde,
oradan Bitlis'in Narlıdere nahiyesinde, ardından Siirt'in Kozluk ilçesine bağlı
Gadiri köyünde sürdüren Hüseyni’nin en son durağı, gelir gelmez geniş topraklar
satın aldığı Menzil Köyü olmuş. Fakat Menzil'de bir yıla yakın kalabilmiş,
hastalanınca önce Diyarbakır'a, sonra da Ankara'ya götürülmüş, 25 Mayıs 1972'de
ise vefat etmiş. Abdülhakim Hüseyni, daha önce kitabımın İskender Paşa Cemaati
bölümünde de belirttiğimiz gibi, geleneksel tarikat faaliyetini çok dar bir
halkayla sınırlandırıp, esas olarak "imanı kurtarma" ile uğraşmıştır.
Onun şöyle söylediği rivayet ediliyor; "Eskiden insanlar yıllarca gezer,
kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi, Şah-ı Hazne kapı kapı dolaşıp Müslümanları,
imanlarının kurtulması için, çağırıyor ve topluyor... Şah-ı Hazne, ümmet-i
Muhammed’in imanını kurtarmaya çalışıyor. Yoksa bu zamanda tarikat meselesi
diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksat iman kurtarmaktır.
Tam hidayet Mehdi'nin zamanında olacaktır. Kuşkusuz, şeyhi Ahmet Haznevi'nin
ilkelerini anlatırken kendi ilkelerini de anlatmış oluyordu Abdülhakim Hüseyni.
Ama onun kapı kapı dolaştığını iddia etmek abartılı olacak. Aksine, yurdun dört
bir yanından onun ününü duyan kapısına geliyordu. Nice eşkıya, sarhoş, kumarbaz
vs.nin "hidayete ermesine vesile olduğu" dilden dile dolaşıyordu.
Modern politik dille anlatacak olursak, dar kadro çalışması yerine geniş kitle
çalışmasını tercih etmişti. Onun ve Cumhuriyet dönemi bazı İslamcı liderlerin
bu tür tercihleri sık sık "yanan bir evden değerli birkaç eşyayı kurtarmak
yerine yangını tümden söndürmek" çabasına benzetildi. Abdülhakim
Hüseyni'nin bu çabası, ölümünden sonra şeyhlik postuna oturan oğlu Mehmet Reşit
Erol tarafından da sürdürüldü. Sonuçta halef selefi geçti, oğul babadan daha
ünlü oldu. Bugün Menzil'e gidenler, "Havs" (güneş, ışık, aydınlık)
diye anılan Abdülhakim Hüseyni'nin türbesini saygıyla ziyaret ediyor, orada
dualar okuyorlar. Fakat Menzil'le ilgili ilk önemli röportajı 1984 tarihinde
yayınlayan Erkekçe dergisinin muhabirleri, Raşit Erol hakkında sayısız
keramet öyküleri anlatıldığını, babası hakkında ise benzer söylencelerin
bulunmadığını naklediyorlar. Sadece "O ulu bir şeyhti, çok büyüktü”
deniliyormuş. Raşit Erol'u ziyarete gelenlerin gerçek bir tasavvuf eğitimi ve
terbiyesinden yoksun oldukları göz önüne ele alınırsa, tarikatlarda hep bir
önceki şeyhin daha üstün tutulduğunu bilmemelerini yadırgamamak gerek.
Selim Gürbüzer:
Doğrudur, Abdülhakim el Hüseyni (k.s), bu Tarikatı Nakşibendiyye nisbetini
sınırda her türlü mayın tehlikesini ve ölümü göze alarak Suriye’den Türkiye’ye
taşıyan zattır. Şah-ı Hazne (k.s)’ın kapı kapı, kendisinin de köy köy dolaşması
gayet tabiidir. Zira o dönemde irşat faaliyeti bu ölçekte seyrediyordu, ancak
zaman içerisinde irşat faaliyeti büyüdükçe insanlar o zaman kapının eşiğini aşındırıp
öyle tanışır oldular, zannedildiği gibi kitle ve kadro çalışması sonucu doğan
bir kapı tanıma hadisesi değildi, bilakis ehlisünnet yolu tasavvufi çekimin
sonucu bir büyümedir bu. Hakeza yine bu yolda ün kazanmak yoktur, toprak ve
tezek olmak vardır. Kaldı ki bu yolun Gönül Sultanları sürekli olarak ‘şöhrette afet vardır’ demekteler.
Ayrıca Nakşibendî sadatları arasında küçüklük büyüklük gibi ifadeler pek
kullanılmaz, bir öncekinin tecrübesine tecrübe katmak vardır. Dahası bu yolda
iki günü birbirine eşit kılan zarardadır hükmü esastır. Bu yüzden Nakşibendî Sadatları “Şeyh o dur ki kendinden büyük Şeyh
yetiştire” düsturu üzerine hareket
etmişlerdir.
Ruşen Çakır: Derin bir İslam ve tasavvuf
bilgisine sahip olduğu bilinen Raşit Erol'un ise böyle davranmadığı, tevazu’u
elden bırakmadığı kesin. Nitekim 23 Ocak 1989'da Hürriyet gazetesinde
yayınlanan röportajında, gazete muhabirleri Hayri Köklü ve Aziz Aykaç'a şunları
söylüyor; "Babam bilgili bir ilim adamıydı. Ona gelenlerin büyük bir
bölümü, bugün beni de ziyaret ediyor."
Resmi kayıtlara göre 1938 doğumlu
olan Reşit Erol, müridlerince genellikle daha yaşlı biri olarak kabul ediliyor.
Erkekçe muhabirlerinin tariflerinden ilginç bir şeyh portresi çıkıyor;
"Uzun boyluydu... Uzun sakallıydı. 'Keçisakallı' değildi ama değirmi de
sayılmıyordu. Aklaşmıştı sakalı. Gençliğinde sakalının sarı olduğu izleri
vardı. Yer yer kınalı gibiydi. Temiz, 'ruhani' bir yüzü vardı. Göbeklice, ama
yakışıklıydı. Sakalı onu olduğundan yaşlı gösteriyordu... İpekten bir takke
vardı başında. Apak ipekten sarık, özenle onun çevresine dolanmıştı... Upuzun
bir elbise vardı üstünde. 'Entari' biçimindeki elbise apak ipek ketendi.
Topuklarına dek iniyordu. Elbisesinin göğsü düğmeliydi. Onun üstüne siyah bir
yelek giymişti. Üstündeki açık bej cübbenin altında yeleği görülüyordu. Siyah
yeleğin cebinde altın zincirden kösteği sallanıyordu. Ayağında, halk arasında
'sabo' diye adlandırılan ayakkabı vardı. Çoraplarıyla uyum içindeydi renk
açısından. Sadece sabolarıyla, çorapları kahverengiydi. Onun ötesinde tüm
giysileri, sakız aklığındaydı. Tertemizdi üstü başı..."
35 haneli ve 300 nüfuslu köyde
Reşit Erol'u görebilmenin iki yolu var; Birincisi, genellikle namaz kılmak için
camiye gittiğinde ki bu sırada her zaman nüfusunun çok üzerinde insan ağırlayan
köyün sokaklarında büyük bir hareketlilik, heyecan ve saygının hüküm sürdüğünü
kestirmek hiç zor değil. İkinci olarak, ziyaretçileri kabul ettiği zaman evinde
görebilmek mümkün kendisini, Hürriyet muhabirlerinin anlatımından; dış kapıdan
girildikten sonra bir avlu geçildiğini ve iki katlı evin üst katma çıkıldığını
öğreniyoruz. Şeyhin odasına girebilmek için mutfaktan geçmek gerekiyor. Çok sade bir oda söz konusu. Köşede bir soba,
yerde halılar ve onların üzerlerinde minderler. 12 Eylül'den sonra iki yıla
yakın bir süre Çanakkale'ye sürgüne yollanan Reşit Erol'un Hürriyet muhabirlerine
ilk sözleri "devlet ve hükümet aleyhine çalışmadığı" olmuş ve şöyle
devam etmiş: "Bütün bu olayları güvenlik kuvvetleri de biliyor. Hiçbir
suça karışmadığımız için müdahale eden de olmadı... Gezdiniz, gördünüz. Hiçbir gizli kapaklı işimiz yok.
İsteyen gelip gezebilir. Kapımız herkese açıktır." Bir kalp rahatsızlığı nedeniyle sürekli
doktor kontrolünde yaşayan Reşit Erol'a "kötü alışkanlık" sahipleri
dışında, çocuğu olmayanlar, hastalar gibi dertliler de geliyor. Sonunda herkes
hoşnut olarak geri dönüyor. Erol, şifa dağıttığı iddialarını "Şifa cebimde
mi ki dağıtayım" sorusuyla yanıtlıyor. Erol'un "esrar"ının
telkin olduğunu anlamak için az buçuk psikoloji bilmek yeterli. Zaten kendisi
de bunu belirtiyor: "Gelenlere şifa, huzur telkin ediyorum, çekip gidiyorlar."
Gelenlere ilk olarak doktora gitmelerini önerdiğini, ancak onlardan "her
çareye başvurdukları" cevabını aldığını belirten Erol soruyor: "Bu
durumda ben onlara ne diyebilirim? 'Allah belanı versin' mi diyeyim? Büyük
bölümü zaten geri dönüyor. Dönmeyenler ise ceketini yastık yapıp camide,
arabasında uyuyor. Türkiye'nin her yerinden kalkıp gelene nasıl git
denir?" Reşit Erol'un manevi gücünün önemli bir kısmı da zenginliğinden
kaynaklanıyor. Aleyhindeki, ziyaretçilerden para ve hediye kabul ettiği, onları
taşıyan otobüslerden komisyon aldığı iddialarının hiçbiri kanıtlanabilmiş
değil. Öte yandan günün 24 saati bulgur çorbası kazanlarının kaynadığı,
ziyaretçilerin caminin altındaki misafirhanede ücretsiz konakladıkları
biliniyor. Menzil'deki bol sayıda dinsel hediyelik eşya dükkânının ona ait
olduğu iddialarını da köylüler yalanlıyor. Erol'un tarıma elverişli
topraklarıyla ya da evinin, ailesinin somut işleriyle uğraşmadığı da ayrı bir
gerçek. Bunların büyük kısmı maddi çıkar gözetmeyen müridleri tarafından üstleniliyor.
Böyle bir sevaba girebilmek için müridlerin birbirleriyle yarıştıklarını
aktarıyor Erkekçe muhabirleri.
Selim Gürbüzer: İşte görüyorsunuz Gazete
muhabirleri Hayri Köklü ve Aziz Aykaç'ın o gönül sultanına yönelttiği
sorulardan anlaşıldığı üzere Seyda Hz.leri şifa dağıtmıyor, tam aksine şifa
cebimde mi, doktora git diyor. Israr ettiklerinde sadece ‘Allah şifa versin’
diyor. Bu dua ve niyazın altında illa bir şeyler arayanlar içinde şu göndermede
bulunuyor: “Ne yani Allah belanı versin mi diyeyim?” Evet, doğrudur gelen
insanlara bulgur çorbası, Menzil ekmeği ikram edilmekte, konaklamak içinde
caminin altında bir gecelik sadece üzerine bir battaniye verilip ceketini de
baş yastık yapıp öyle ağırlanmakta. Zaten o Gönül Sultanı da onca gelen kalabalığa
gücümüz ancak buna yetiyor diyor. Kaldı ki Menzil önceleri kıraç topraklarmış,
tâ ki Gavs (k.s) burada toprak satın alıp yerleşir yerleşmez sondaj vurup su
çıktıktan sonra kıraç topraklar ekilip biçilmeye başlamasıyla birlikte buralar neşvünema
bulmuş. İşte o gün bugündür ekilen biçilen o araziden elde edilen hasatla misafirler
böyle bereketlenmekte. Bu arada birtakım aklı evvellerin ikide bir diline
pelesenk edip ‘mürit’ diye itham ettikleri insanlar aslında kendilerini mürit
olarak tanımlamıyorlar, bilakis kendilerini sofiliğe layık görmediklerinden bu
yola kurban olası manasına birbirlerini
‘kurban’ ismiyle tanımlamaktalar. Hatta buraya gelenlerin pek çoğu
burayı kendi evi gibi gördükleri içindir Menzil’de nefse ağır gelecek her ne iş
varsa tarla tumb, değirmen, fırın, inşaat işi vs. demeden adeta birbirleriyle hizmet
aşkıyla yarışmaktalar. İyi ki de böyle yapıyorlar, çünkü bu yolun büyükleri ‘her türlü sofi bozulur ama hizmet sofisi
bozulmaz’ diyor. Dolayısıyla hiç sözü yalandan eveleyip çevirmeye gerek
yoktur oraya gidip gelenler bu durumu iliklerine kadar kendi iç dünyalarında yaşayıp
bizatihi hizmetin ne derece nefsi ıslah edici bir amel etkisi olduğunun canlı
şahitleri zaten.
Ruşen Çakır: OY DEPOSU YANILSAMASI
Daha Adıyaman'a gitmeye niyetlendikleri
andan itibaren yaşamlarındaki kötülüklerden uzaklaşmayı kafalarına koymuş olan
insanlar için Mehmet Reşit Erol yalnızca bir vesile. Peki ya bütün bu
ziyaretçiler Reşit Erol için ne anlam ifade ediyor? Böyle bir soruya Erol hiç
kuşkusuz "Yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak" diye cevap verecektir.
Fakat olayın bu yalınlıkta olmadığı da kesin. İşte zorunlu olarak yöneltilen bu
soruya doğrudan politikayla ilgili cevaplar aranıyor. Hatta 12 Eylül öncesi bu
cevabın bulunduğu sanılmıştı:"Menzil Şeyhi MHP'ye, yani Alpaslan Türkeş'e
destek veriyor!" Genellikle MHP
karşıtları tarafından dile getirilen bu iddia MHP'nin fazlasıyla işine
geliyordu. Çünkü başta devletin muhtemel baskılarından kaçınmak olmak üzere,
birçok nedenle günlük siyasete alenen bulaşmak istemiyordu Reşit Erol. Ayrıca
istese bile yurdun dört bir yanındaki" müridleriyle", diğer tarikat
yapılarının sahip olduğu gibi güçtü iletişim ağları yoktu. (Zaten ziyaretine
gelenlerin çoğunun niyeti ona intisap etmek değil, ondan şifa bulmaktı. Kaldı
ki bir gün öncesinin alkoliğinin ertesi gün müridlik payesine ulaştığını
tasavvuf tarihi hiçbir zaman yazmadı. Menzil’den dönenlerin büyük kısmı yarım
yamalak İslami bilgileriyle eski çevrelerine hava atmakla yetindi genellikle.
İçlerinden, oturdukları yerdeki başka tarikat yapılarına girenler de oldu. Yine
içlerinden büyük kısmı Menzil ziyaretlerini sürdürdü. Yılda bir yapılan iki
dakikalık ziyaretle tarikat faaliyeti olmayacağı da ayrı bir nokta.)
Selim Gürbüzer:
Oysa Gavs-ı Bilvânisî S. Abdûlhakim (k.s.) buraya gelenler hakkında şöyle der "Daha bizim için buraya gelen olmadı.
Kimisinin derdi var ondan geliyor. Kimi arkadaşının telkiniyle geliyor, kimi
bakalım nasıl bir şeymiş diye geliyor. Hepsi bir sebeple geliyor. Olsun zararı
yok, yeter ki gelsinler, bu halkanın içine girsinler de nasıl girerlerse
girsinler, zira zaman iman kurtarma zamanıdır…” Ve sözlerini şöyle bağlar.
"Biz, buraya gelene çuvalla un vermek istiyoruz. Gelen de avuçla kaşıkla
alıyor. Onu da daha buradan çıkmadan döküyor. Ya yolda döküyor, ya da dışarı
çıkıp döküyor. Bu durumda biz ne yapabiliriz ki. Buraya öyle sofiler geliyor,
kuru meşe odunu gibi, düz dikiyor tutmuyor,
ters dikiyor yine tutmuyor, belli ki hidayet Allah’tan, biz ne yapalım.
Buraya öyle sofiler geliyor ki, taharetini ve altını temizlemesini bilmeyen var.
Nerdeyse sofilere biz sofi olduk, öyle ki sofiler hizmet etmez oldu, artık biz sofilere hizmet eder olduk. Fakat
kalpler ve niyetler güzelleşirse, şüphesiz ki Allah'ın muamelesi de ona göre
olacaktır." Ve sohbetin ardından Peygamberimiz (s.a.v.)’in "Siz
kalplerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah'ın size olan
muamelesi değişmez" ve "Ameller niyetlere göredir" hadis-i şeriflere
de dikkat çekmeyi ihmal etmez de. İşte
görüyorsunuz niyetler güzel olursa bir takım şeyler müsamaha edilebiliyor,
gerçek bu. Dolayısıyla kimsenin kimseye hava attığı filan yok, siyaset yaptığı
da yok, bilakis aynı halkada hangi siyasi görüşte olunursa olunsun kesret
içinde vahdet olmak (çokluk içinde bir olmak) vardır.
Ruşen Çakır: MHP
olayına gelince... Gerçekten yurdun dört bir tarafından MHP ve Ülkü Ocakları
mensupları Menzil'e gidiyorlardı. Çünkü onların politik başbuğlarının dışında,
"intisap edecek" bir şeyhe ihtiyaçları vardı. Öte yandan ülkücü
hareketin taraftarlarıyla Reşit Erol'un mudavimleri, özel hayatları bakımından
birbirlerine çok benziyordu! Hem her önüne gelenin sağ omzuna, sağ elini
koyacak başka bir şeyh bulmak çok zordu, hem de böyle birisi bulunabilse bile,
ona intisap ettikten sonra ülkücü militanlığı, özellikle de Başbuğ'a bağlılığı
sürdürebilmek kolay değildi. Nitekim yıllar sonra, başörtüsü konusunda yazdığı
bir başyazısında İskender Paşa Dergâhı Şeyhi Prof, Mahmut Esad Coşan bu
aldatmacayla şöyle alay edecekti; "Dönmeleri, hainleri, kansızları
anlıyoruz ama lafa gelince faziletleri, dindarlığı, memleket severliği,
idealistliği kimseye bırakmak islemeyen, hatta otobüslerde gidip belli bir
dergâha bile intisap eden, derviş olan 'Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ız”
sözünü kendine slogan seçen siyasi gruptan biri çıkıp da Müslümanlarla
savaşınca hiç mi hiç anlayamıyoruz."
Hiç şüphe yok ki. Reşit Erol
kendisini ziyaret etmiş herkesi belli bir partiye oy vermeye çağırsa (örneğin
çok satan bir gazete ya da -imkânsız ama- televizyon aracılığıyla), bu
kişilerin önemli bir kısmı (tümü değil) o partiye oy verecektir. Onun 1972'den
beri elini öpenlerin sayısı ise yüz binlerle ifade edilebilir. İşte dedikodular
bu nedenle MHP yöneticilerinin çok işine geldi.
Selim
Gürbüzer: Oysa ülkücülerin kahır ekseriyasının bu yola gelmelerini
yadırgamamak gerekir. Çünkü okuduğu kitaplardan, hayranlık duyduğu padişah ve
başbuğ hakanların arkasında mutlaka bir başbuğ evliyanın varlığını fark
etmişlerdir. Hele hele ülkücüler için Yahya Kemal’in Fuad Köprülüye Ahmet Yesevi hakkında: “Şu Ahmet Yesevi nedir, kimdir? Bir araştırınız.
Bakınız, bizim milliyetimizi asıl orada bulacaksınız” dediği söz çok önem arz etmektedir. İşte bu sözün
önemine binaen ülkücüler Alparslan Türkeş’i zahiri Başbuğ olarak görmüşler,
Seyda Hz.leri gibi Gönül Sultanlarını da manevi Başbuğ Veli görmüşlerdir. Kaldı
ki Seyda Hz.lerinin bağlı olduğu Silsile-i Şerife’nin Yusuf-i Hemedânî
(k.)’e uzanan birinci halkasında Abdûhâlik-ı Gücdûvanî (k.s)’ın nisbeti vardır,
ikinci kolunda ise Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi vardır. Yani aynı şecerenin
halkalarını paylaşmaktalar. Dolayısıyla ülkücüler, dünyevi olan siyaseti zahiri
başbuğundan, uhrevi terbiyeyi de bir manevi başbuğun eşiğinde giderebileceğini
düşünmüşlerdir hep.
Ruşen Çakır: Reşit Erol
hakkında ikinci önemli politik dedikodu, 1982 Anayasası’na red oyu atılmasını
telkin ettiği yolunda yapıldı. Ülkeyi büyük bir paranoya ile yöneten generaller
hemen onu Çanakkale'ye sürdüler. Hâlbuki Erol'un faaliyeti. Milli Güvenlik
Konseyi’nin yukarıdan aşağıya devlet kontrollü İslamileştirme politikasıyla
önemli paralellikler gösteriyordu. Anayasa'da bile suçladıkları
"serseriler" onun eli değince "adam oluyorlardı". Ona
gelenlerin komünist olabilmesi hemen hemen imkânsızdı. Daha önemlisi,
gazetecilerle tercüman aracılığıyla konuşmak zorunda kalacak kadar Kürt olan
Erol "bölücülüğe" karşı mücadeleye de ciddi katkılarda bulunabilirdi.
Sonuçta rivayetlere inanıp MHP'ye oy atan Erol bağlıları olduğu gibi, devlet
eliyle çıkartılan dedikodulara inanıp Anayasa'ya hayır diyenler de çıktı onun
bağlıları içinden. En son rivayet, 29 Kasım 1987 erken genel seçimleri öncesi
RP Genel Başkanı Prof. Necmettin Erbakan'ın Menzil Köyü'nde şeyh Erol'u ziyaret
ettiği, ondan izzet ikram gördüğü yolundaydı. Fotoğraflarla veya başka
kanıtlarla doğrulanmayan ama pekâlâ ama mümkün olan bu ziyaretin RP oylarını ne
denli artırdığı hâlâ meçhul. Fakat aynı seçimlerin arifesinde ANAP'lı Hasan
Celal Güzel’in de Şeyda Hazretleri'ni ziyaret ettiği "dedikodusu"
aynı ölçüde yaygınlaşamadı nedense. Bütün
bu dedikodulardan sonra, soruyu yinelemek gerekiyor; Mehmet Reşit Erol
politikayla ilgilenmiyor mu? Menzil Dergâhı’nın yazılı olarak hiçbir faaliyette
bulunmaması, şeyhin ender olarak kabul etliği gazetecilere ısrarla
"devlete bağlılığı"nı tekrarlaması bu sorunun hakiki cevabına
ulaşmamızı engelliyor. Öte yandan herkesin, onun kendilerini desteklediği
şayialarından medet umması üçüncü şahısların istihbaratlarına kuşkuyla
yaklaşmayı gerektiriyor. Fakat Erol’un politika konusunda müridlerini
yönlendirmek istediğini varsaysak bile, kendisi yukarıda değindiğimiz gibi ne
bunun dolaşımını sağlayabilecek bir ağa, ne de bunun propagandası yürütebilecek
yetkinlikte kadrolara sahip. Ortalıkta onun imzasını taşıyan ya da şifreli
bildiriler de dolaşmıyor. Bu aşamada önemli bir noktaya dikkat çekmek
gerekiyor. Erol'un Türkiye çapında tarikat ağı yok ama yakın çevresinde sürekli
olarak, çoğunluğu ailesinin fertlerinden oluşan, yardımcıları görünümünde
kimseler mevcut. Bu kişilerin bir takım politikacılarla onun adına pazarlıklara
giriştikleri kesin. Bu pazarlıkların amacı Menzil Dergâhı’nı Türkiye'deki
politik gelişmeleri etkilemede bir güç haline getirmekten çok, dergâh’ın
faaliyetlerini güvence altına almak. Dolayısıyla ilişkiler daha çok iktidar
partileriyle veya ona aday güçlü sağ partilerle kuruluyor. Örneğin ANAP
iktidarları boyunca dergâh’ın hükümetle hep iyi ilişkiler içinde olduğu, bu
ilişkileri koruma adına Müslümanlara devlete itaati telkin ettiği özellikle radikal İslamcı kesimler tarafından
kızgın bir şekilde dile getiriliyor. Mehmet Reşit Erol'un Türkiye'deki İslami
şahsiyetlerin büyük çoğunluğu gibi şeriat düzenini arzuladığı kesin. Zaten böyle
bir arzuyla bir insan politikanın içine ister istemez giriyor, girmek zorunda.
Ancak son tahlilde ülke yönetimini hedefleyen sistemli bir politika yürütmekle,
bir takım pragmatik hesaplar bağlamında gündelik politikaya edilgin olarak katılmak
arasında çok önemli farklılıklar var. Mehmet Reşit Erol, babası Abdülhakim
Hüseyni'nin bu bölümün başlarında aktarmış olduğumuz sözlerine fazlasıyla
inanıyor olmalı: "Maksat imanı kurtarmaktır. Tam hidayet Mehdi'nin
zamanında olacaktır." Şeriatı Mehdi'nin zuhuruna erteleyip, ona
"savaşçılar yetiştirme”yi amaçlayan faaliyetlerinin önüne çıkabilecek güçlükleri
aşmak için sağ partilerin kuyruğunda pragmatik politikalara yeşil ışık yakan
Erol, gündelik politikanın çarklarına doğrudan doğruya kapılmayı kolay kolay
göze alamıyor. Çünkü daha Menzil yoluna koyulmadan Erol'un belli bir partiyi
tercih ettiğini öğrenen "mürid adayı", onun elini öpmenin o partiye
oy atmayı gerektirebileceğini düşünerek seyahatinden vazgeçebilir.
Selim
Gürbüzer: Oysa şeriat bu yolda Kur’an, hadis, icma-i ümmet ve kıyası fukaha
ölçüsünce İslam’ı yaşamaktır. Nitekim İslam’ı yaşayınca da tasavvufi
mertebeler, yani marifetullah ve hakikatte beraberinde gelmektedir. Savaşçı
yetiştirmek tamamen niyet okuyuculuğundan başka bir şey değildir. Ki, Seyda
Hz.leri ‘Biz bize iftira edenleri bile
severiz, yapımız bu temel üzerinedir’ buyuran bir Gönül Sultanıdır. Öyle ki
bu yolda Seyda (k.s.): "Bu Nakşibendî Tarikatında ‘ben’ diyende hiç bir
şey yoktur" demiştir. Hatta Zünnûn-ı
Mısrî (k.s.)’da öyle der; "Senin O'nu görmene perde ne arşdır, ne
kürs'dir, ne de semavat. Senin O'nu görmene perde senin benliğinin
ölçüsüdür." Keza Seyyid Taha (k.s.) ise şöyle der: "Bu Nakşibendî
Tarikat-ı nisbetinde kibir, ucub, gurur ve riya olmaz. Nasıl olur da bu
tarikattan biri irşada çıkıp da halkı görmez ki.” Hasan Celal Güzel konusunda ise
ortalıkta dolaşan dedikodulara kulak vermene gerek yoktur, madem çok merak
ediyorsunuz, merakınızı gidereyim. Malum olduğu üzere Seyda Hz.leri ömrünün son
demlerinde Ankara’nın Pursaklar semtinde başlattığı cami inşaatını yerinde
görmek için geldiğinde Hasan Celal Güzel’i bizatihi kendim Pursaklar’da
müteaddit defalar hatme halkasında görmüşlüğüm vardır. Bilmem merakınızı
gidermiş olduk mu? Hatmede neyin nesi
derseniz, hani yazdığın kitabının adına ‘Ayet ve Slogan’ ismi vermişsin
ya, işte bu yolda Hatme-i Hacegan
ayetleri slogan atmak için değil Kur’an-ı
hatmetmek için vardır. Üstelik Sadatların hemen hepsi sofilerine ‘Hatme-i
Hacegana katılmakla 333 hatim yapmışçasına bir sevaba nail olunacağını’
müjdelemekteler de. Olur ya, şayet yine bir başka siyasetçi lideri de çok merak
ediyorsan Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes’in bizatihi Kamer Vakfı
dergisine verdiği röportajı da aktarayım belki ordan da kendince bir siyasi
çıkarım çıkartmış olursun:
“-Sayın Menderes, S. Muhammed
Raşid Erol Hz.leri ile ilk karşılaşmanızı anlatır mısınız?
A.
Menderes: Kendisi ile iki kez görüşmek, ellerini öpmek ve hürmetlerimi
sunmak fırsatını bulabildim. Kendilerinin pek kıymetli mahdumları benim aziz
kardeşim Fevzettin Bey'le çok önceden tanışırdık. Muhammed Raşid Efendi
Hazretleri gözlerinden rahatsız idiler ve bir ameliyat için Ankara'da
bulunuyorlardı. Bu ameliyat öncesi bir günün akşamı Fevzeddin Bey'le birlikte
buluşup merhum Muhammed Raşid Efendi Hz.lerini ziyaret ettik. Kendileri
istirahat halinde bulundukları halde lütfedip nezaket buyurup bizi kabul
ettiler ellerini öpüp hürmetlerimizi sunmak ve acil şifalar niyaz etme fırsatı
bu şekilde doğmuş oldu. Kendisinin ne kadar mümtaz bir kişi, muhterem bir
mürşid olduğu hakkında görüşmeden önce de fikir ve kanaat sahibi idim. Buna
rağmen bu görüşmemiz benim için çok heyecan verici oldu. Aradan uzun bir zaman
geçti. Çeşitli vesilelerle hürmetlerimizi gönderme fırsatı bulabildik. Bu yıl 1993
yılının Eylül ayında Afyon'da kendilerini ziyaret etmek, ellerini öpmek
fırsatım oldum. Öğle namazını müteakip istirahata çekilip tekrar ikindi namazı
için döndükleri zaman sohbet etmek fırsatı doğmuş oldu. Kendileri ile
görüşmelerimin bende mahfuz kalması dileğimdir. Böylece kendisinin hatırasına
da layıkıyla hürmet edebilme imkânı doğmuş olacağını düşünüyorum. Bütün
yakınlarının ve tanıyanların bildiği gibi her vakit İslam'ın yolunu, hakikatin,
doğrunun, dürüstlüğün, sevgi ve barış yolunu göstermiştir. Kendisinden
elimizden geldiğince feyz ve nasip almaya çalıştık. Bu vesile ile merhumu bir
kere daha rahmetle anmış oluyoruz.
- İlave
etmek istediğiniz şeyler var mı?
A. Menderes: Muhammed Raşid Erol Efendi
Hz.leri bu toplumun, barışın huzur ve sükûnu için, zihinlerin karıştırıldığı
bir dönemde İslam güneşinin gölgelenip bulutlanmaması için elinden gelen bütün
hizmeti Allah rızası için yerine getirmiş, pek çok insanı hem bu dünyada işleri
içerisinde, hem inanıyoruz ahret işleri içerisinde kaybolup gitmekten
korumuştur. Toplumun manevi büyüğü ve önderi olmuş son derece muhterem bir
zattır. Kendisinin bu faaliyetlerini şükranla anarken kendisi gibi bu yolda
gayret gösterenleri, ahrete intikal etmiş olanlarına rahmet diler, yaşamakta
olanlarına sıhhat ve afiyet temenni ettiğimi ifade etmek isterim.”
Ruşen Çakır: Menzil
Dergâhı’nın geleceği uzun süredir doktor kontrolünde yaşayan Reşit Erol'un
vefat etmesi durumunda ne olacağı sorusunun yanıtına bağlı. Şeyhliği yakın
çevresinden, örneğin oğullarından birisinin devr alması kuvvetle muhtemel. Ama
bu kişinin Erol gibi şifa dağıtabilmesi zor. Sonuçta var olan tekke ilişkileri
kadar politik bir hareketliliğe kanalize edilebilir. Bu da Türkiye'de bir
efsanenin sonu anlamına gelecektir.
Selim Gürbüzer: Hâsılı kelam Ruşen Çakır’dan
buraya akın akın gelen insanların ruh dünyalarında kopan muhabbet selini
anlamasını beklemek zaten hayal olurdu. Belki de o ruh halini kendisi yaşamış
olsa inanıyorum ki; Gönül Sultanıyla ilgili tespitleri daha bambaşka bir anlam
kazanacaktı. Bakın bu yolun inceliklerini bilmediğinden olsa gerek Abdülhakim
el Hüseyni için sofilerin Havs değil Gavs dediğini, keza Mehmet Reşit Erol
değil Muhammed Raşid Erol olduğunu bilmiş olacaktı. Yine Seyda Hz.lerinin Kürt
bölgesinde oturmasından hareketle ‘Kürt’ olduğunu, oysa ehlibeyt neslinden
olduğu bir gerçek... Kaldı ki O, ‘Kürtçülük
küfürdür’ söyleyen bir zattır. Ayrıca Seyda Hz.lerinin vefat sonrası bu
yolu üstlenecek olanların derde derman olamayacağı tahmininde bulunarak
Türkiye'de bir efsanenin son bulacağını vurgulamaktadır. Oysa iki binyılının Müceddidi
İmam-ı Rabbani Elfisani (k.s) bu yolun Peygamberimizden ruhani kanaldan silsile
yoluyla kıyamete kadar devam edeceğini müjdelemişlerdir. Ruşen Çakır’ın sandığı
gibi bu yol babadan oğla aktarılarak ilerleyen bir yol olmadığı gün gibi aşikârken
böyle bir tahminde bulunması bize gayet şekli ve ütopik yorum gibi geliyor.
Nitekim Seyda Hz.leri vefat ettikten sonra Menzil’e olan ziyaret eskisinden
daha da kat be kat artış kaydedip yoluna devam etmesi gelinen noktayı doğruluyor.
Demek ki efsane değilmiş tam aksine güneşin balçıkla sıvanamayacağının bir göstergesidir.
Dedik ya şeklen incelemiş bir gazetecinin kullandığı kavramlara baktığımızda
bile şekli bir çalışma olduğu kendini ele veriyor zaten. Yine de hakkını yememek
gerekir, bilhassa kendisinin sol cenahtan bir yazar olarak düşündüğümüzde o
cenahtan Seyda Hz.leriyle ilgili değerlendirmelerini objektif kriterlere yakın
bir çalışmayı çağrıştırdığını söyleyebiliriz.
Vesselam.
Kaynak: Ayet ve
Slogan-Ruşen Çakır, Metis Yayınları,
Sahife No:65, 1990
http://enpolitik.com/kose-yazisi/2503/ayet-ve-slogan.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder