GÜNEŞ
BALÇIKLA SIVANAMAZ
SELİM GÜRBÜZER
Gazetecilikte
haber çok mühimdir elbet. Ancak verilen haber bir algı operasyonu cinstense o
haberin hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacağı muhakkak. Malum algı operasyonu
cinsten haberler kimi zaman bir saat kolçağı üzerinden, kimi zaman bir ayakkabı kutusu üzerinden, kimi
zamanda bir koltuk üzerinden karşımıza çıkabiliyor. Hele bu algı operasyonu Seyda Hz.leri
üzerinden işliyorsa hemen sür manşet olarak sunulur da.
Peki, sürmanşet haber yaptılar da ne
oldu? Hiç kuşkusuz “Güneş balçıkla sıvanamaz” hakikatiyle yüzleşiverdiler. Nasıl
mı? İşte bir zamanlar en çok satan gazete özelliğiyle övünen Hürriyet’in düştüğü
haller bunun en tipik göstergesi. Nasıl
övünmekse önce gazetelerinde “İsmini vermeyen bir üst yetkili” ya da “Herkes
Şeyhin nefes kuyruğunda” manşetiyle rezil
rüsva oldular sonrada baktılar ki masa başı haberle daha çok rezil olacaklar bu
kez iki muhabirini Menzil’e göndermek suretiyle işi kotarmaya çalışacaklardır. Ama
kotaramayacaklardır, çünkü muhabirler
daha gidişlerinin ilk gününde sanki Seyda Hz.lerinin kapısı kapalıymışçasına “ŞEYH'İN
DERGÂHINA GİRDİK” manşetiyle niyetlerini
belli edeceklerdir. Oysa gidenler orayı
çok iyi bilir ki; Seyda Hz.lerinin kapısı gece gündüz demeden herkese açık
kapıdır. Her neyse fazla sözü uzatmadan bakalım Hayri KÖKLÜ - Aziz AYKAÇ isimli bu iki muhabir yaptıkları haberle
nasıl duvara tosladıklarını bir izleyip görelim:
“Adıyaman, (hha) - 21. Yüzyıl'ın eşiğinde,
çağdaş Türkiye'de, modern tıbbın sağladığı olanaklara inanmayan, ya da
yararlanmak istemeyenlerin, kapısını aşındırıp huzuruna yüz sürerek
"şifa" beklediği Nakşibendî Şeyhi Mehmet Raşit Erol,
Adıyaman-Diyarbakır Karayolu üzerinde Menzil Köyü’nde bulunan dergâhının
kapılarını ilk kez Hürriyet muhabirlerine açtı. İyi Türkçe bilmediği için
yeğeni Mehmet Saki Erol aracılığı ile konuştuğumuz Şeyh Mehmet Raşit Erol,
Menzil'e kimseyi davet etmediğini; elini, eteğini öpmek için akın akın
gelenlerin kendi isteğiyle geldiğini öne sürdü... "Şeyh şifa dağıtıyor,
diyorlar. Şifa cebimde mi, dağıtayım" dedi.
ŞEYH'TEN RANDEVU
Son günlerde, adı yeniden güncelleşen Şeyh Mehmet
Raşit Erol'la görüşme sağlamak, bir aya yakın zamanımızı aldı. Çeşitli
kişilerle, bu arada Şanlıurfa'daki oğluyla kurulan temas sonucu, heyecanla
beklediğimiz haber geldi. Şeyh Erol, öğleden sonra saat 15.00 sıralarında bizi
kabul edecekti. Köye ilk kez gazeteci olarak ve kimliğimizi saklamadan
girecektik.
Bulunduğumuz araçla Menzil Köyü'ne doğru
hızla yol alırken, heyecan içindeydik. Şeyh, bize neler anlatacaktı? O,
yüzlerce, binlerce kilometre uzaktan, görünmez bir sihre, bir cazibeye kapılmış
gibi akın akın Menzil'e gelip huzuruna çıkabilmek için umutla bekleşen,
yüreğini burkan, ya da bedenindeki rahatsızlığa, dudaklarından dökülecek bir
kaç kelimeyle şifa bekleyen insanlara neler söylüyordu? Bu ve yüzlerce soru,
kafamızda dolanırken, eski adıyla Menzil, yeni adıyla Durak köyü göründü.
Köy girişinde Şeyhin yeğeni Mehmed Saki
Erol tarafından karşılandık: ''Biz de sizi bekliyorduk. Şeyhimiz önce köyü
gezdirmemizi istedi'' dedi. Birlikte köyü gezerken, Şeyhi sorduk. Kendisini
ziyaret için Manisa'dan gelen 30 kişiyle birlikte, köy camiinde namaz kıldığını
söylediler.
HUZURA KABUL
Şeyh, ikindi namazının ardından bizi
dergâhında kabul etti. Önce, dış kapıdan girdik... Avludan geçtik... İki katlı
bir evin üst katına merdivenle çıktık. Şeyhin odasına, evin mutfak bölümünden
geçilerek giriliyordu. Mutfakta, buzdolabının hemen yanında, bir ecza dolabı dikkatimizi
çekti. Yanımızdakiler ecza dolabındaki ilaçların, Şeyh'in yakınlarının grip
gibi hastalıklarına karşı kullanıldığını kulağımıza fısıldadılar. Şeyh'in de,
kalbinden rahatsız olduğunu ve sürekli doktor kontrolü altında bulunduğunu
öğrendik.
Şeyh'in odası, sade döşeli bir yerdi.
Köşede bir soba... Yerde halılar... Halıların üstünde ziyaretçilerin oturması
için minderler. Şeyh, bu basit döşeli oda da bizi kabul ederken, daha söze
başlar başlamaz, hiçbir zaman devlet veya hükümet aleyhinde çalışmadığını
söyledi. Yaşam öyküsünü, kimi zaman yeğeni aracılığıyla şöyle özetledi:
''Halen bulunduğumuz Menzil Köyü'ne,
Siirt'in Batman ilçesine bağlı Gadir Köyü'nden 1971 yılında taşınarak geldik.
Menzil'e gelişimizden bir yıl sonra, babam vefat etti. Babam Şeyh Abdulhakim
Erol, çevresinde çok sevilen, sayılan bir âlimdi. Bilgili bir bilim adamıydı.
Seveni de çoktu. Bugün gelenlerin büyük bölümü, beni de ziyaret ediyor. Bütün
bu olayları, güvenlik kuvvetleri de biliyor. Hiçbir suça karışmadığımız için, müdahale
eden de olmadı. 12 Eylül harekâtından sonra, bir süre mecburi ikamete tabi
tutuldum. Ama sonra serbest bıraktılar. Gezdiniz, gördünüz... Hiçbir gizli
kapaklı işimiz yok. İsteyen, gelip gezebilir. Kapımız herkese açıktır.''
Şeyh bu sözleri söylerken, kimi zaman
heyecanlandı, kimi zaman da sesini azalttı. Bir yandan anlattıklarımızın,
üzerimizdeki etkisini ölçmek istercesine bizi süzüyordu. Kendisine neden şeyh unvanı
verildiğini sorduğumuzda; ''Şeyh, Arapçadan gelme bir kelimedir. Anlamı, yaşlı
hocadır. Bunun için bana şeyh diyorlar'' demekle yetindi. Ancak, ünü müritleri
aracılığı ile Türkiye'nin dört bir yanına yayılan Raşid Erol'un, şeyhliği
babasından devraldığı, onun ölümünden sonra kendisine bu unvanın verildiği
biliniyordu...
''ŞİFA CEBİMDE Mİ?''
Şeyhle konuşmamız sürerken, konu, can
alıcı noktalardan birine gelmişti. Türkiye'de yüzlerce hastane, kendilerini
tıbba adamış binlerce doktor dururken, dertlerine deva bulmak için kapısını
aşındıranlara, el öpüp dergâhına yüz sürenlere, alkoliklere, aile
geçimsizliğinden yakınarak gelenlere, Şeyhin cevabı ne oluyordu acaba? Bu
insanları buraya, onun dergâhına getiren; şifa dağıttığı iddialarına ne
diyordu?
Şeyh Erol şifa dağıttığı iddialarını
şiddetle reddetti. ''Şeyh şifa dağıtıyor, diyorlar. Size sorarım: Şifa, cebimde
mi ki dağıtayım?'' diye başladığı sözlerini şöyle sürdürdü:
''Bana gelenlere, doktora gitmelerini
söylüyorum. Onlar, her çevreye başvurduklarını, ancak sonuç alamadıkları için
bana geldiklerini söylüyorlar. Bu durumda ben onlara ne diyebilirim? 'Allah
belanı versin' mi diyeyim? Menzil'e gelenlerin büyük bölümü geri dönüyor.
Dönmeyenler ise ceketini yastık yapıp camide, arabasında uyuyor. Türkiye'nin
her yerinden kalkıp gelene, nasıl git denir? Gelenlere, şifa, huzur telkin
ediyorum, çekip gidiyorlar.''
TEDAVİ YÖNTEMİ
Şeyh Mehmed Raşid Erol, kendisine
başvuranların önemli bölümünün alkolik olduğunu; bunlara, samimi iseler,
gerçekten tövbe etmek istedikleri takdirde boy abdesti almalarını, Allah rızası
için iki rekât namaz kılmalarını, tövbe edip uyumalarını önerdiğini... Bir
bölümünün gerçekten içkiyi bıraktığı halde, bir bölümünün yeniden içkiyi
aradıklarını anlattı.
BULGUR ÇORBASI TANDIR EKMEĞİ
Sayıları, zaman zaman binlere ulaşan
misafirlere, Şeyhin dergâhında bulgur çorbası ve tandır ekmeği ikram ediliyor.
Yani her gün yüzlerce insanın karnı doyuruluyor. Şeyh, bu yemeğin bir hikmeti
olmadığını vurgulayarak, ''Bu kadar misafiri ağırlamak için büyük maddi güç
gerek. Bizim gücümüz bu kadarına yetiyor. Buğdayı, değirmenimizde öğütüyoruz.
Ne bağış, ne de yardım alıyoruz. Bunu da teklif etmeye cesaret edemiyorlar.
Gelenlerden bazen rahatsız da oluyoruz. Çünkü işimiz aksıyor'' dedi.
Kiliselerin Hıristiyanlığı yaymayı
amaçladığını, Müslümanlık için para vereceklerine inanmadığını anlatan Mehmed
Raşid Erol, ''Böyle şey olur mu? Onlar para verecek biz İslamiyet'in
propagandasını yapacağız... Bunu kim iddia etmiş ve uydurmuş? Sizin aklınız
bunu alıyor mu?'' diye sordu. Ancak, dergâhının bir hayli kabarık günlük
giderinin nasıl ve nereden karşılandığı konusunda, Şeyh, inandırıcı bir
açıklama yapamıyordu.
Yaklaşık bir saat süren görüşmeden
sonra Şeyhin huzurundan ayrılırken, köye, yeni bir ziyaretçi kafilesini taşıyan
otobüs giriyordu.”
İşte görüyorsunuz bu iki muhabirin verdiği haber
baştan aşağı incelendiğinde daha önce ki verdikleri masa başı haberleriyle
neredeyse 180 derece birbirine zıt haber olduğu görülecektir. Öyle ya, yola çıktıklarında ne umutlarla çıkmışlardı, amma velâkin Seyda Hazretlerinin o müthiş akıl
dolusu verdiği cevaplar tüm umut ve beklentilerini boşa çıkartmaya yetmiş artmıştı
bile. Böylece kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşüp kendi kendilerini tekzip
etmiş oldular. Nitekim düştükleri bu
aciz durumu bir başka medya organı ‘Birikim
Dergisi’nin gözünden kaçmaz da. Nitekim Birikim Dergisi Abdullah ZAHİD ve Orhan
CEMAL
adlı iki muhabirini tez elden Menzil’e gönderip 6 Şubat 1989
tarih itibariyle kapak konusu yapar da. İşte o kapak konusu haber tüm
çıplaklığıyla gözler önüne şöyle serilecektir:
“Hazretin
4 bin dönümlük arazisi, kardeşleri, çocukları yakın akrabaları ile bir köyün
büyük başı. Ondan ötesi, sözü edilen dükkânlar, devlete kuruşu kuruşuna kadar
vergisini veren, ruhsatlı ihtiyaçları gidermek için çalışan dükkânlar. Hazretin
ilgisi mi? Yakinen gördük ki kesinlikle bir ortaklığı ve ilişkisi yok, zaten
ihtiyacı da yok ki. Kimseden hediye dahi kabul etmeyen, dünyada nesli en
azalmış bir zat, Hazret.. İri gazete, bu sefer hepten çuvallayıp toslamıştı. Seyda
hazretleri gülen tebessüm eden, herkesi dinleyen, kimsenin sözü bitmeden sözünü
kesmeyen, İslam’ı dört dörtlük yaşamaya
çalışan kendi halinde bir zat. Belki de hiç dedikoduya şaibeye mübarek isimi
karışmamış bilinen tek insan. Sorularımızı cevaplamak lütfunda bulundular.
Hürriyetin son yayınıyla, Zaman
Gazetesine verdiği açıklama ve Tercüman’ın görüşmesindeki ifadeden pek farklı
sözler değildi: ”Bize iftira edenleri
dahi, bizim hakkımızda yalan yazanları dahi severiz. Çünkü yapımız bu temel
üzerine kurulmuştur.” İşte bütün çarpıcılığıyla bütün yakıcılığıyla, bütün
gerçeğiyle Hazret böyle söyledi.
Kilise mevzusuna gelince: kargaların dahi
katıla güldüğü insanların dahi bin bir çeşit gülme kızma arasında değişen tavırlarından
anlaşılan odur ki, gelmiş/geçmiş en büyük iftira bu olsa gerek.
Türkiye
gündeminden indirmek istenmeyen irtica, Hazret’in kendi ifadesiyle metodu ve
yapısı buna müsait değildir. Utanmaz bir yüze bir kez de, on kez de tükürsen
fark etmez, utanmadıktan sonra diye yoğunlaşan düşüncemiz, haklı yorumlar
içinde, masonun iri gazetesi sanki bir yalan makinesi olmuş, ilk ürettikleri
beğenmezlik içinde, bir daha bir daha büyüğünü üretme çabasında..
Hazretin babası, Şeyh Abdülhakim El
Hüseyni Hazretleri, Resulüllah (s.a.v) efendimizin soyundan Hazret’te
dolayısıyla Peygamber soyu ile soylanmış.. Saygıda kusur etmemek için, çok
dikkatli davrandığımız Menzil beldesi, yumak yumak sevgi, dalga dalga saygıyla
bütünleşmiş, Mevlana’nın çağrısına benzer bir çağrı, “ne olursan ol yine gel”.
Belki bir kez daha, sonra daha da gideceğiz bu beldeye. Şifa cebimde de ben
dağıtıyor muyum? Diyor hazret, Allaha dua etmenin şuuru içerisinde. Hemen
yanımızda bir olay cereyan ediyor.. 55-60 yaşlarında bir zat, Adapazarı’ndan
gelmiş.. İri gazetenin yayını üzerine “Efendim diyor, oğlum alkolik, hastaneye
de yatırdım bir çaresini bulamadılar. Kurtuluyor, yine içki içmeye başlıyor,
eskiden daha beter.” Hazret tebessümle baktı: görüyor musunuz, ben bu insana
“Allah belanı versin mi diyeyim” diye. Tabi öyle demedi, sevgi yumağı insan..
Allah ıslah eder inşallah. Sevindi, nerdeyse uçtu-gitti Adapazar’lı adam.
Dua ediyormuş, ya bedduamı etseydi, bir ham
yobazlar. Bre hokkabazlar. Ne yapsaydı yani? Resulullah dua etmez miydi?
Ederdi. Peki, öyle ise, bu langır-lungur laflarda neyin nesi? Beyzadelerin o bezlerde tarakları
yok zahir. Ne bilsinler duayı-bedduayı.
Sözün sırası geldi:100gr irtica, 150 gr
demokrasi işte halimiz ahvalimiz, başka söze ne hacet!
SEVGİ
MENZİLİ
16 Ocak 1989 tarihi, belki hep
belleklerde kalacak.
Kimi, masa veya ajanda takvimine bu
tarihi ve bu tarihten sonra gelen on günlük tarihleri not düşmüştür, kimisi de,
olayın farkında dahi değildir.
Hürriyet Gazetesinin çok yetkili (!) veya
üst yetkili olarak verdiği haberler nicedir çıkmazken, işte not düşülen bu
tarihten itibaren, bir yetkilinin gizli (!) açıklamalarını yayınlamıştı.
Fransız seyyah evliya çelebi izindeki Gabriel'in dahi akıl edipte yazamadığı
hücre köy (!) zırvasını, gıdıklı-göbekli, bıngıl bıngıl yağlı hem de irice bir
gazete yazıverdi, üstelik ustalıkla... Belgelerle (!) hem de... Aferin masa
başı gazeteciliğine demekte var ya, serde gazetecilik olması sebebiyle
diyemiyoruz/ diyemiyorlar, işte.
Ama
başyazar Fehmi Koru'yu bundan tenzih
ederiz. Fehmi Koru, kendisinden beklenileni yaparak, iri gazetenin şürekâsına
önce ''Zırva tevil götürmez'' başlığında başyazıda bir güzel cevapladı...
Ardından ''Çakallar artık uluyamasın'' başlığıyla aynı köşede bir güzel irtica
hödüklülerini sıvadı.
Sefa
Saygılı diye bir beyzade, sanıyoruz İzmir Yeni Asır'ın ''irtica'' işleriyle
sorumlu bir muhabiri iken (yeni bir servis olsa gerek-adliye muhabirliği gibi
bir şey), şimdilerde de Hürriyet Gazetesinin ''masa başı irtica'' haberlerinden
sorumlu bir sorumlu olsa gerek. Adıyaman'ın Kâhta ilçesine bağlı Durak (Menzil)
köyündeki bir zat'ı, afsuncu-cinci hocalarla aynı kefede tartıp tartıp, neler
yazmış neler! Sefa Efendi bu sefa işlerindeyken, İslâm dinine olan saygısını da
yitirmiş olacak ki, muskacı-afsuncu hoca ne demek? Peygamber soyuyla soylanmış
bir seyyid ne demek? Farkı pek kestirememiş... Doğrusu Sefa Efendi, pek haksız
da sayılmaz. Ekmek kapısı işte. Bir de iri gazetenin tiraj konusu var. Karın
ağrısı var. Sahibinin mason olması var. İşte, bu var'ların içinde, İslâm’da
olmayanları veya olanları birbirine karıştırarak yok saymak, Sefa Efendinin
daha bir işine gelmiş.
Sefa Saygılı denilen efendiyle, Ankara
haber merkezi denilen herze yeme bürosuna varana kadar, bu haberin talebi kim bilir
nerelerden gelmiştir. Mason biraderlerin en büyük biraderi, onunda çok çok
büyük muhterem üstad biraderleri derken, bir Amerika'ya, bir yahudiye, bir
batıya velhasıl şu bizim Sefa efendi haksız davasında haksız sayılmaz..
Zincirleme talepler peşpeşelenince, eh bizim beyzadelere de ''çok alışık
oldukları'' uyduruk haberi yazmak kalır. Kolayın kolayıdır bu iş, önce
kulaklarını bir güzel dikeceksin, sonra gözlerini taramalı computer gibi
kitapları, dergileri cıcık cıcık arayacaksın, gerisi gelir ki ne gelme!
İlla da zırvalamak için; deli olmak için kafaya honi takmak
gerekmediğini, verilen asparagas haberde daha iyi anlaşılıyor. İt'leri,
kedileri dahi güldüren bu haber, belli ki kendi açılarından çok lüzumluydu.
Neyse
ki Tercüman Gazetesi 21 Ocak tarihli
nüshasında, sürmanşetten bir haber çekerek, Seyyid Muhammed Raşid Erol'un,
hakkındaki haksızlığı yapan; iftiracı, emmâmcı, yalancı, numaracı adamların bir
anlamda ipliğini pazara çıkarıyordu.
Ne diyordu Seyyid M. Raşid Erol
Hz.leri; ''İrtica Özüme Aykırı'' devamen, bize iftira edenleri dahi biz
severiz. Çünkü yapımız bu temel üzerinedir. Sonra hazret ekliyor: Yanlış haber
ve iftiralar beni üzüyor...
Milli
Gazete ise, 18 Ocak tarihli nüshasında, önce manşetten ''İrtica hastalığı
yine nüksetti'' diye haberi verirken, iç sayfalarında da genel anlamda hücre
köy (!) olayına değiniyordu.. Hürriyet'e verilen teminat başlığı altında..
O günkü Zaman
Gazetesi bilahare (haberden iki gün sonra) muhabirlerini Menzil'e
göndererek, Seyyid Muhammed Hz.leri ile bir görüşme yapıyordu. Feyzeddin
Alpkıray'ın yazdığı haber başlığı ise: hazretin açıklaması şeklinde takdim
edilerek, ''Ben şeyh değilim'' olarak sunuluyordu. Hazret, benim babam şeyhti.
Ben şeyh değilim, şeyhlikte taslamam. Sağlıkla ilgili haber konusunda ise,
hastaların geldiğinin doğru olduğunu, ancak onlara doktora gitmelerini tavsiye
ettiğini ifade ediyorlardı..
23 Ocak 1989'a geldiğimizde, Hürriyet Gazetesi, bu sefer Menzil'e
muhabir göndererek, bir önceki yayınlarına ters bir haberi yine aynı manşetten
verir. Hürriyet Gazetesinin Van muhabirleri (öğrendiğimiz kadarıyla) Hayri
Köklü ve Aziz Aytaç'ın yazdığı haber neyse ne de, şu başlığa ne dersiniz?
''Binlerce kişiye şifa dağıttığı iddia
edilen Şeyh, sürekli doktor kontrolünde'' daha büyük harflerle manşet başlık:
''Şeyhin Dergâhına girdik.'' Sanki marifetmiş, sanki çok zor bir şeymiş gibi,
Şeyh'in dergâhına girmeyi, zahir mason localarına girmek gibi imtihanlı bir iş
sanıyorlar herhalde, beyzadeler...
Neyse, geçelim.
Şunca
zaman yayın yapan iri gazete, ne Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri'nin ismini
doğru olarak yazabildi. Ne de babası Şeyh Abdülhakim El Hüseyni'nin ismini
yazabildi. Mehmet Reşat, Abdülhamit isimleri arasında dolaşıp durdu. Sonra,
bunun adına da araştırma-inceleme habercilik denildi. Varın anlayın siz artık..
Bu heriflerin ne denli yerinde gazetecilik yaptıklarını.. Her gün yüzlerce kişi
dertlerine derman bulunacağına inanarak kapısına geliyor. Oysa Şeyh de kalp
hastası ve sürekli doktor kontrolü altında. Bu da spottan verilen bir nüans.
Aferin doğrusu şu Hayri ile Aziz'e..
Bir de Van'da ikamet ediyorlarmış.. İnsan da birazcık İslâm kırıntısı olsa,
böylesine ham ve noddam yazı yazmaları mümkün müydü? Adamlara iki dizi üstüne
çöktürüp din-i talim ettirecek halimiz yok ya. Bu nasip ve Allah'ın hidayeti
meselesidir. Bir ikincisi de, ilim Allah ve İslâm’dan onun Peygamberi
Resulullah (s.a.v.)'den ayrı değildir ki? Varsın anlamasınlar.. Yine de onlara
dua ederiz...
Çünkü beddua bize yakışmaz.
SON
SÖZ...
BİR YETKİLİ DİYOR Kİ:
Modası geçmiş bir
moda oldu, bir yetkiliden alınan bilgiye göre deyip sıralanan haberler.
Hele hele ''İrtica'' menşeili haberlerde,
gediklidirler, şu bizim üst düzey veya düzeysiz yetkililerden alınan bilgiler..
Nedense, illa da ''İslâm''la ilgili hususlar inceden inceye ''bir yetkilinin''
mübarek ağızlarından dercedilerek takdim edilir, yalan-yanlış açıklamalar.
Bir yetkiliden alınan bilgiye göre.. Bir
üst düzey yetkilinin gizli (!) verdiği açıklamaya göre.. Düzdür düzdürebildiğin
kadar... Yol iniş aşağı beyzadelerin. Hep kemiksizi rast gelmiş etin,
ağalara/beylere.
Masonik, fantastik komünist, allameyi
cihan-şümul İslâm düşmanlarıyla ilgili açıklamalar, farz edelim bir üst düzey yetkili
tarafından, yine ismi mahfuz tutularak, yine büyük açıklamalardan bir
açıklamayı Birikim dergisine yaptıklarını farz edelim... Ekonominin anasının
örekesinde siyonist-masonların, kurtarılmış irili-ufaklı şehirlerin sinirceğizlerinde
komünist at hırsızlarının, halka rağmen halk için sloganları içinde, milleti
uyum uyutan demokratik irticacıların memlekette kol gezdiğini anlatan çok çok
hatta son derece tepelerde üst düzey yetkili, daha neler var neler diyerek
bizleri bir hayli huylandırmıştır.
Aslında manşetten, hatta sürmanşetten
vermeliydik çok üst düzey yetkilinin (!) bize verdiği bu çok mühim haberleri..
Gelecek sayılarda veririz düşüncesi ve niyetiyle okuyucularımıza müjdeleyerek,
üst düzey yetkilinin verdiği açıklamalara dönelim, isterseniz...
Örneğin, üst düzey yetkili başkaca
şunları söyledi: Yıllar boyunca halkı aydınlatan aydın ilerici (!) takımın,
ellerinde bulundurdukları yetkiyi vermemek için birçok meşru-gayri meşru
müesseselerin dirsek teması içerisinde oldukları, çıkar ilişkilerinin ise had
safhalara dayanarak, iç içe yardımların yapıldığı, yardımlaştıkları verilen
bilgiler içerisinde.. Öyle ki, kamuoyuna da açıklamaların çıktığı
''ihtilallerin'' dahi, basın denilen müzmin hastalık fırtınasına tutulmuş,
irtica kanseri içerisinde, darbe hapları yutan bir vaziyeti coğrafya içine
bürünüldüğü söylenilmektedir.. Yalansa, yalanı üst düzey yetkilinin boynuna.
Üst düzey yetkilinin daha neler neler
açıklaması var. Ama şimdilik biz bunlarla yetinelim. Geri kalanını da, gelecek
zamanlarda, gerekirse verelim isterseniz...”
Gerçekten de yukarıda Abdullah Zahid -
Orhan Cemal ikilisinin verdiği bu kapak konusu haber hem medyada olup biteni aktarmaları
açısından hem de olayı yerinde bizatihi görüp Seyda Hz.lerinin dilinden aktarmaları
bakımdan da kayda değer habercilik niteliktedir.
Ancak şu da var ki algı operasyonlarına karşı
ne kadar kayda değer nitelikte haber yapılırsa yapılsın yine de bu adamlar “çamur
at tutmasa da izi kalır” Yahudi felsefesini hiç terk etmeyeceklerdir. Maalesef cibilliyetleri
buna müsait, her devirde her şartta yalana
dolana doymuyorlar, habire aç kurtlar misali saldırmaya devam etmekteler. Ama
onca saldırı karşısında sabrında dayanacağı bir nokta var elbet. Nitekim o
nokta zorlanınca ister istemez tekzip yemelerde beraberinde geliyor. İşte Seyda
Hz.lerinin Aydınlık Gazetesine
gönderdiği o tekzip yazısı:
“M. Raşid Erol Hocaefendi, 26 Eylül tarihinde
Aydınlık gazetesinde çıkan haberi yalanladı. Aydınlık gazetesine de açıklama
gönderen M. Raşit Erol Hoca Efendi’nin tekzip metnini aynen yayınlıyoruz:
Gazetenizin 26 Eylül 1993 tarih ve 149
sayılı nüshasının 1. ve 11. sayfalarında, şahsım ve ailemle ilgili tamamen
yalan ve iftiralarla dolu bir haber-yazı yayınlanmıştır.
Yalan ve iftiradan müteşekkil bahse konu
yazıyı yazanların asıl maksatlarının ne olduğu haber başlığından
anlaşılmaktadır.
Kötü ve karanlık düşüncelere dayalı,
yalan-yanlış yazı ve haber yazarak iftiralarda bulunmak gerek gazeteciliğe,
gerekse insan haysiyetine yakışmayan bir davranıştır.
Yalan haberi yazarken gösterdiğiniz
cüreti, gönderdiğim bu tekzibi aynı sayfalarda aynı şekilde yayınlayarak da
göstermenizi bekliyorum.
1.
Haberde anlatılan, Diyarbakır'da iki kişinin öldürüldüğünü iddia ettiğiniz
olayı bilmiyorum. Daha doğrusu böyle bir olayın olup, olmadığını da bilmiyorum.
Gazetedeki bütün iddiaların yalan olması sebebiyle bu olayın da gerçek olup
olmadığından şüpheliyim. Şayet bir kısım kişiler arasında böyle bir olay olmuş
ise, hiçbir şekilde bizimle ilgisi yoktur. Ne ölenleri ne de öldürülenleri
kesinlikle tanımam.
Diyarbakır'da devletin güvenlik kuvvetleri
vardır. Emniyet güçleri olayla ilgili soruşturmayı muhakkak ki yapmıştır. Yalan
ve maksatlı yazıyı yazmadan önce emniyet kuvvetlerinden suçluların kimler
olduklarını öğrenebilirdiniz.
2.
Menzil köyüne aile olarak göç edip yerleştik. Orada bir kısım arazileri kendi paramızla
satın aldık. Bu güne kadar da hiç kimseye köyden ayrılın demedik. Bu ya da
başka bir hususta kimseye baskı yapmadık. Hakarette bulunmadık. Hiçbir zaman
kanunlara aykırı davranmadık.
Üstelik köyde hakarete uğrayan biziz.
Birlikte yaşadığımız insanların hakaretine biz maruz kaldık. Suikasta uğradık.
Hatta canımıza dahi kastedildi.
3.
Benim İzzettin Erol isminde bir
oğlum yoktur. Ankara'da İzzettin Erol
diye birisini tanımıyorum.
4.
Partiyle ilgimiz yoktur. Bugüne kadar siyasi partilerle ilgimiz olmamıştır.
Benim kendime ait bir oyum vardır. Kime oy vereceğim belli değildir. Oy verme
zamanına bir saat kalıncaya kadar da belli olmaz. O zaman kararımı verir ve
kendi oyumu kullanırım.
Gerek siyasi parti yöneticileri gerekse
taraftarları zaman zaman köye gelmişlerdir. Propaganda zamanlarında Kâhta ve
köylerine geldiklerinde benim yaşadığım köye de uğramışlardır. Konuşmuşlardır.
Fakat bu kişiler sadece bir partinin
mensubu olmayıp, her partiden farklı siyasi özelliği olan çeşitli insanlardır.
Hepsini misafir kabul edip misafirperverlik yapmışızdır. Yoksa iddia edildiği
gibi hiçbir partiyle ilgimiz yoktur.
5. Merhum Cumhurbaşkanımız Rahmetli
Turgut Özal'ın cenaze törenine katılmadım. O tarihte rahatsızlığım sebebiyle
köyde evimdeydim. Bu sebeple İstanbul'a da gitmedim.
6.
Gerek açık, gerek gizli hiçbir örgütle bugüne kadar herhangi bir ilgimiz olmadı.
En küçük bir bağımız da yoktur.
Devlet vardır. Hükümet vardır. Biz kanun
çerçevesinden çıkmıyoruz. Kanuna aykırı hareketimiz yoktur.
Gerçeklerin böylece bilinmesini ister,
bundan böyle yalan, yanlış iftira atmak yerine doğruları araştırıp yazmanızı
beklerim.
Allah (c.c) kefil ve vekildir.”
Tabii tüm algı operasyonları sadece
Seyda Hz.leri dönemiyle sınırlı değil. Maalesef günümüzde de tüm hızıyla devam
etmekte. Madem öyle gelin bunu da Erem
Şentürk’ün Diriliş Postasında 06.09.2017 tarih itibariyle yazdığı köşe
yazısında bir izleyip görelim:
“Başta sosyal medya olmak üzere medyanın içi ağzına kadar “ Operasyon
geliyor..” lafını söyleyen kâhinlerle dolu, Bu kâhinler sürekli ve ısrarla “Operasyon geliyor” diyor.
Birinci
ve önemli uyarı şu: “Cemaatler kapatılacak, sıra diğer cemaatlere de
gelecek” diye ilk söyleyen kimdi? Fetullah Gülen’in ağlak itleri ve onların
patronu ABD. Demek ki papağan gibi “Cemaatlere operasyon geliyor” diye tekrar
eden sözüm ona bu analizci kâhinler bilerek ya da bilmeyerek Fetullah Gülen’in
itlerinin ekmeğine yağ sürüyor. İster bilerek yapsınlar ister cahilliklerinden
bilmeyerek yapsınlar fark etmez; çünkü gafille zelil gündüz başka yollardan
yürürler ama akşam olunca aynı kapıya çıkarlar.
İkinci
ve önemli uyarı şu: Sevgili tarikat ehli kardeşim. Sen hizmetine bak,
ibadetine bak, zikrine bak. Salih amelleri dikkat edin, ilim tahsiline dikkat
edelim. İyilik yapalım, emr-i bil maruf yapalım yani işimize devam edelim… Kimsenin
cemaatleri kapattığı kapatacağı yok. Cemaat gönül işidir. Gönüllerde üst
yazıyla bir şey açılmaz, genelgeyle de bir şey kapanmaz.
Üçüncü
ve önemli uyarı şu: Bütün ülke bir gecede takva ehli kesildi. Bir ara
herkes aynı anda nasıl bu kadar erdi diye ne sevindim anlatamadım. Sosyal
medyaya bir baktım yüz binlerce derviş hatta derviş ne kelime doğrudan mürşid-i
kâmil olmuş insanlar. Menzil’den bir
yeğenin düğünde oturduğu koltuğun çok süslü olmasından utanmışlar. Vay, vay…
Maşallah, “Neyin numarasını yapıyorsunuz kurnazlar” diyeceğim denmez ayıp,
“Gidin başka yerde satın nefislerinizden sadır olmuş o çürük mallarınızı”
diyeceğim olmaz; çünkü mekân adamın, orası sosyal medya. Ne yapmak lazım o
zaman! İşimize bakacağız. Alkoliklerin, zehirlere müptela olmuşların, öfke
kontrolsüzlüğü olanların, yolunu kaybetmişlerin, kendini kaybetmişlerin,
potansiyellerinin farkında olmayanların sığındığı kendi gerçeğini bulduğu
dergâha hizmete devam edeceğiz. “Ya o koltuk
da çok süslü ama” diye tevazu satıp memlekete, ümmete hizmet için parmağını
bile oynatmayan arkadaşlara da “Sen kendi düğününde sandalyeye oturtursun bize
örnek olursun Allah senden razı olsun” diyerek işimize bakacağız. İş çok, ölüm
yakın… Fetullahçıların ağzıyla moral bozup oyalanmamak lazım.
Aramızda kalsın. Kardeşim yaranamazsın haberin
olsun. Fakir olsan “Bu başarısız fakirin arkasından gidilir mi” derler. Ticaret
yapsan zengin olsan “Bunlar zengin, zengin Müslüman mı olur” derler. Ne
yaparsan yap, ne dersen de, seni sevmeyecekler, sana saygı duymayacaklar,
buldukları ilk fırsatta seni boğacaklar. Dolayısıyla ne derlerse desinler
hiçbir lafları değerli değil…”
Evet, Diriliş Postası Genel Yayın
Yönetmeni Erem Şentürk’ün tespitlerinden de anlaşılacağı üzere belli ki dünya
yörüngesinde dönmeye devam ettiği müddetçe hak ve hakikatin karşısında her
türlü algı operasyonları hız kesmeyecektir. Zira oluklar çift, birinden nur akar
diğerinden kir. Malum kir olanda algı operasyonları gizli nurda ise hakikat
gizlidir. İşte bu yüzden ‘Güneş balçıkla sıvanamaz’ diyoruz.
Vesselam.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder