VUSLAT VE DÜĞÜN GECESİ
1972 yılı Gavs’ın (k.s.) sevinç yılıdır. Malum,
Mevlana Celâleddin-i Rûmî’nin Şeb-i Arus
dediği vuslat ve düğün gecesi manasına 24 Mayıs'ta Allah'a yürür. Tabii arkasından
müminler, âşıklar, halifeleri ve sofilerin gözü yaşlı haldedir. Zira Gavs-ı
Bilvanisi (k.s.), bu âlemden göç etmiştir.
Bu yüzden Seyda (k.s.) şöyle buyurdular:
"-Allah
(c.c.) Resulü'ne, "Biz seni
âlemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey olarak göndermedik. Dolayısıyla
Allah Resulü'nün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü. Benim babam da
Allah Resulü'nün varislerindendir. Ben O'nun Allah yolunda insanları irşad ve
ilimle uğraştığına şahidim. Biz O'nu Allah yolunda olduğu için seviyorduk.
Babam irtihal etti. Nakl-i mekân eyledi. Allah Hayy'dır ve mekândan
münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah'a yönelmeli.. Her şey fanidir."
Seyda (k.s)’ın
bu uyarısı sofileri ferahlatmıştır. Artık
onun için Gavs (k.s.)’ın göç etmesiyle birlikte 21 yıl sürecek irşad ve cefa
hayatı başlayacaktır. Önce, yeterince ihtiyacı karşılayamayan cami genişletilir
ve iki bölümden ibaret camiye iki ayrı kapıdan girilir de. Bu arada camii
büyütülürken bir mihrap daha ilave edilip üzerine Altın Silsile'de yer alan isimlerin
işlenmesi ihmal edilmez. Camiinin alt
kısmı ise ziyaretçilerin istirahat etmeleri için ayrılır.
Caminin
içi böyleyse kim bilir dışı nasıldır. Malum, şadırvan abdest alanlarla dolup taşar. Hakeza
banyolarda öyledir, yani akşamdan, geç saatlere kadar dolu haldedir. Bu yolu
bilenler bilir, mürşit elinde tevbe, Nakşî yolunun özelliğidir ve tarikata
intisab için gusül şarttır. Sonra iki rekât istihare namazı kılınacak, rabıta
edilecek, tarif üzere Fatihalar okunup Sadat-ı Kiram'ın ruhlarına hediye
edilecek, konuşmadan sağ omuz üzerine yatılıp 8 şart adabı tamamlanması
gerekir. Bilhassa yolun olmazsa olmaz şartı Rabıta-ı mevt’tir. Yani sofi
kendini ölmüş, gasl edilmiş, kefene sarılmış farzedecek, mürşidinin kendisini
şeytanın tuzaklarından koruması için başında bekliyor bilecek ve böylece mürit
hayatı boyunca hizmet ettikçe mürşitte himmet edecektir. İşte "Ölmeden önce ölünüz" düsturunun
tatbikatı bu yolda böyle uygulanır. Dolayısıyla rabıta, sofinin terbiyesi için
sağlam bir binek taşı hükmündedir. Nitekim Yunus'un, "Bu yol bir gönül içine girmektir" demesi bu gerçeğe işarettir.
Hakeza ikna da öyledir. Sofi iyi olan her şeyin mürşidinin himmetiyle gerçekleştiğine
kanaat getirip, kötülüğün de nefsinden kaynaklandığına inanacak. Aksi takdirde Sadat-ı
Kiram'ın kapısında gereken istifadeyi elde edemez.
Peki
ya edep? Malum; Resulullah (s.a.v.);
"Din edeptir" buyuruyor.
Madem öyle mürid, mürşidinin nazarının kontrolünde olduğu bilinciyle, her dem,
her salise edepli olmaya çalışacak. Boş işlerle uğraşmayıp şeyhin gölgesinin
üzerinde olduğu şuuruyla hareket edecek. Edep aynı zamanda yolun adabına
usulüne riayet etmek demektir. Elbette ki avamın bu usullere uymada ki ölçüsü
başka, ulemanın başkadır. Nitekim avamın
yolun başındayken ilk dikkat edeceği usul şeriatın zahiri ölçülerine uygun amel
etmek olmalı, değim yerindeyse mürekkep yalamış bilge kullar ise şeriatın zahiri
ölçülerini yerine getirmenin yanı sıra seyr-i süluku hakkiyle ifa edip
Allah'tan gayri herşeyi masiva bilmek olacaktır. Belli ki bu yolda huzura edeple
varan, lütufla dönüş yapabiliyor. Bakın, Allah Resulüne; "Müminlerin en
üstünü kimdir diye sorulduğunda, O (s.a.v); "Ahlakça en güzelidir" diye buyurmuştur. Sofi, tövbe ile kapıya
giriş yapıp, sekiz şart adabını yerine getirdikten sonra emredilen zikre yapışacak.
Nasıl yapışmasın ki bu yolda hafi zikir talimatı, mağarada Peygamberimiz (s.a.v.)
tarafından Hz. Ebu Bekir Sıddık’a (r.a) talim edilmiş bile. Madem öyle mürid dilini damağa yapıştırıp,
kalbinden "Lafza-i Celal" zikrini çekmeyi ihmal etmeyecektir. Bu da yetmez her tespih başında, "Allahım
maksadım Sen'sin, isteğim rızanı kazanmaktır" demesi gerekir. Anlaşılan
zikirden maksat, "İlahi ente maksudi ve rıdaike matlubi"dir. Kelimenin
tam anlamıyla sofi her halükarda hayatının her döneminde, hatta her nefes
alışverişinde Allah'ı zikretmek gerektiğinin idrakinde olmalıdır.
Düşünsenize her nefeste Allah'ı zikretmek için
varız. İşte bu yüzden Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.), bu hali
"Huş der dem" diye ifade etmiştir. Yani, nefesini boş yere
tüketmemek halidir bu.
Sofi
zahirde (görünüşte) halkla, batında (iç dünyasında) Hakk’la beraber olmakla
memurdur. Bakın Allah (c.c.); "O erkekler ki, onları hiçbir ticaret ve
hiçbir alışveriş Allah'ı zikretmekten alıkoyamaz" mealindeki ayette bu
manaya işaret etmiştir. İşte bu hal, "Halvet der encümen"
hakikatıdır. Yani kalabalıklar içinde bile olsa, gönlün Allah'la beraber olma
halidir. Hakeza sofi, dergâha her bir girişinde ve çıkışında " Sefer der vatan " olduğunu düşünecek
ki; insan Allah'ın gurbetinde olduğunu idrak edebilsin.
Edep, zikir ve rabıta esnasında gafletten
kaçınmak halidir. Edebi kollamamak hüsrandır. Sadat-ı Kiram, edebe riayet sayesinde
bu günlere gelmişler ve inşallah söz konusu bu edep yolu kıyamete kadar da
devam edecektir. Zira Menzil, önceleri küçük ve kurak bir köymüş. Şimdi ise Sünnet-i
seniyyeye mutabaatla Şah-ı Nakşibendî’nin (k.s.) Kasr-i Arifan-ı hale gelmiş durumdadır.
Artık tarihler 18 Temmuz 1983’ü gösterdiğinde
Seyda Hazretleri'ni Menzil'den alıp götürdükleri tarihtir. Adına sürgün
dediler. Gerçi bir müddet sonra sürgün edemediklerini anladılar. Gayet açık, irşat
evi Gökçeada'ya kaymıştı.
Bakın Seyyid Fevzeddin Hz.leri (Seyda Hz.lerinin oğlu) Seyda Hz.lerinin hicretini
şöyle anlatıyor:
"Şevvalin son günüydü. Yani Ramazan'ın
sonu, bayramı yapmıştık. Şevvalin son gecesiydi. Akşam namazı ve yatsı namazını
müteakip Seyda (k.s.) eve gelmişti. Biz de eve geliyorduk. Bir baktım Adıyaman
Emniyet Müdürü ve Jandarma Alay Komutan Yardımcısı vs. bunların hepsi bizim
avluya gelmişler. Dediler ki: Seyda Hazretleri'yle görüşeceğiz. Bunun üzerin
dedim ki:
"-Hayırdır, hangi konuda?"
Cevaben dediler ki:
"-Bir ifadesi var. Adıyaman'a
götüreceğiz. "
Bu kez şöyle dedim;
"-Tamam, biraz bekleyin Seyda'ya
haber vereyim"
"-Yok, biz de geleceğiz"
dediler.
Bu
sefer şu karşılığı verdim:
"-Ama ev müsait olmayabilir."
Cevaben;
"- O zaman, biz kapıda
bekleriz" dediler.
Ya dedim:
"-Derdiniz ne? Ben sizleri
tanıyorum. Sizler de beni tanıyorsunuz. Siz buyurun Adıyaman'a, ben babamı
alayım, taksiye bindireyim, ben önde siz arkada beraber gideriz."
"-Yok, öyle şey olmaz, haber ver gidiyoruz.
Artık
mecbur kalaraktan Seyda’ya (k.s.) gidip durumu
haber verdim.
Tabii babam:
"-Olur"
dedi.
Ve yerinden doğrulup elbiselerini
giydi. Ondan sonra hazırlığını yaptı. Ben de peşi sıra onlarla beraber indim.
Polislerin arabasına bindi, baktım ki, bir Jeep orada. Hatta Jeep’in içinde sıkıyönetim
komutan yardımcısı var. Ancak komutanla göz göze geldiğimizde çok telaşlıydı.
Bana dedi ki:
"-Endişelenmeye gerek yok, bir şey olmayacak.
Bu bir ifade meselesi, ama bu söylediklerimi kimse bilmesin. Sana güvendiğim
için, söylüyorum. Mecburi ikamete tabi tutacaklar. Ancak eşya filan varsa,
başka birisi onlarla beraber gidecekse (babanla
beraber)" deyince ben tekrar geri döndüm ve Abdulgani’yi babama
refakat etsin diye beraberinde uğurladım. Böylece, Seyda Hazretlerini buralardan
alıp götürmüş oldular. Derken ikinci gün, üçüncü gün, dördüncü gün baktım herhangi
bir ses seda yok, belli ki bu iş tamam. Onlar hakkımızda ne düşünürse düşünsün
bir gerçek var ki; gerek Gavs Hazretleri olsun gerekse Seyda Hazretleri olsun her
ikisi de her zaman şunu söylemişlerdir; "Bizim tankımız ve topumuz, misvak ile tespihimizdir." Yani gücümüz
misvak ve tespihtir. Malumunuz misvak, Rasulullah’ın (s.a.v.) sünneti
seniyyesidir. Dolayısıyla misvak ve tespihin haricinde ne tankımız, ne topumuz var.
Devletin güvenliğini tehdit edecek en ufak bir şeyimiz yok, olmaz da. Kaldı ki Seyda
Hz.lerinin bundan sonraki süreci bizim açımızdan bir hicrettir. Öyle ki; Gökçeada'da
her sabah, her gün emniyette deftere imza atıyor. Derken bu durum tam iki sene böyle
devam eder de.
Hatta bir gün Polisler Seyda’ya (k.s.) dediler
ki:
"- Efendim biz defteri sana getiririz,
evde attırırız, siz yeter ki yorulmayın,
üstelik şekeriniz var, hastasınız da."
Seyda
(k.s.) bu durumda:
"-Hayır.
Madem devletim emretti, hergün bizatihi kendim geleceğim. Değil polis, en ufak
bir bekçinizi bile gönderseniz, mesafe 1000 km de olsa gelirim. Polis, jandarma, asker
fark etmez, devletin tek bir bekçisi bile bana emretse yayan (yürüyerek) gelirim" diye karşılık verir. Polisler bu sözlerden Seyda Hz.lerinin çok ince
bir ruh mizacına sahip bir zat olduğunu sezer. Gerçekten de Seyda’nın (k.s.) bu ince
anlayışını görmemek elde mi? İşte devlete sadakat budur.
Kaldı ki onlar milleti
öldürmeye ya da milleti birbirine düşürmek, anarşiyi teşvik için gelmemişler. Bilakis
insanların ıslahı için gelmişler. Milleti birleştirmek ve kaynaştırmak için
gelmişler. Onlar asla kin, nifak ve ayrılık için gelmemişler. Rahmet için
gelmişler. Milleti her türlü zulümden, kötülükten koruyup Allah’a, devlete ve
millete kazandırmak için varlar. Bütün irşat faaliyeti buydu. Düşünsenize öyle insanlar var ki sarhoş, sürekli
içki içiyor, ne evine, ne de çoluk çocuğuna bakıyor. Hiç bir işine bakmıyor. İşte
bu tip insanlar geliyor, bir bakıyorsun tövbe ediyorlar. Tövbenin akabinde bir bakıyorsun babasına,
anasına, ailesine, topluma ve milletine hayırlı insan oluyorlar.
Şayet insan bunları bilir ve onları kendine örnek
alırsa, elbette ki o insan devlete asi olmayıp hizmetkâr olacaktır. Aslında Allah
dostları devlete, topluma ve insanlığa faydalı insan yetiştiren irşat
edicilerdir. Bir başka ifadeyle Seyda Hz.lerinin yaptığı düpedüz hizmetkârlıktır.
Kelimenin tam anlamıyla Seyda (k.s) kendini Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna
adamıştır. Durum vaziyet buydu. Bakın Sahabe-i
Kiram, malını, mülkünü ve hayatını bu uğurda harcamışlar. Sahabenin hepsi
böyleydi. İnsanları biraraya getirmek, kaynaştırmak, birleştirmek onların
biricik vasfıydı. Sahabe böyle yapmış, Seyda Hz.leri yapmış çok mu? Maalesef bu
sahabe ahlakı gerektiği kadar anlaşılmadı ve anlatamadık. Umarım Türkiye’ye ve
Ümmet-i Muhammed’e kimin ne kadar büyük bir faydası var, İnşallah bu durum zamanla
anlaşılacaktır Keşke üç tane Seyda Hazretleri gibi irşat edici olsaydı da
bugünkü anarşi, bugünkü nifak ve belalar olmasaydı. Çünkü onlar ümmetin
ahlakını güzelleştirmek için vardırlar. Bakın Seyda (k.s) ne diyor; "Nedir bu kadar mühimmat, yeter ki bir bekçi
bize haber gönderseydi, kendi arabamla, kendi çocuklarımla gelirdim."
"Nedir bu kadar masraf, ne gerek
var bu kadar benzin yakmaya, üstelik işinden geri kaldılar, bu kadar zaman
harcadılar ve vakti boşa harcadılar. Oysa birisi bana yazılı bir kâğıt
getirseydi, biz o yazılı olan emri yerine getirip, zaten gelirdik."
İşte bu müthiş hikmet dolu sözlerden
anlaşılan o ki; Allah ona öyle bir sabır vermiş ki, sıratı müstakimden milim taviz
vermemişlerdir. Allah’a öylesine kendisini adamış ki onu gören onda
dirilmiştir. Bir başka ifadeyle “öyle örnek insan ol ki sana gelen sende
dirilsin” bir irşad faaliyeti için gayret etmişlerdir.
Kaynak:Gül nesil video-Seytaç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder