11 Nisan 2016 Pazartesi

VUSLAT VE DÜĞÜN GECESİ




               VUSLAT VE DÜĞÜN GECESİ

 Araştırmacı Yazar:SELİM GÜRBÜZER

         1972 yılı Gavs’ın (k.s.) sevinç yılıdır. Malum,  Mevlana Celâleddin-i Rûmî’nin Şeb-i Arus dediği vuslat ve düğün gecesi manasına 24 Mayıs'ta Allah'a yürür. Tabii arkasından müminler, âşıklar, halifeleri ve sofilerin gözü yaşlı haldedir. Zira Gavs-ı Bilvanisi (k.s.), bu âlemden göç etmiştir.   Bu yüzden Seyda (k.s.)  şöyle buyurdular:
        "-Allah (c.c.) Resulü'ne, "Biz seni âlemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey olarak göndermedik. Dolayısıyla Allah Resulü'nün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü. Benim babam da Allah Resulü'nün varislerindendir. Ben O'nun Allah yolunda insanları irşad ve ilimle uğraştığına şahidim. Biz O'nu Allah yolunda olduğu için seviyorduk. Babam irtihal etti. Nakl-i mekân eyledi. Allah Hayy'dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah'a yönelmeli..  Her şey fanidir."
          Seyda (k.s)’ın bu uyarısı sofileri ferahlatmıştır.  Artık onun için Gavs (k.s.)’ın göç etmesiyle birlikte 21 yıl sürecek irşad ve cefa hayatı başlayacaktır. Önce, yeterince ihtiyacı karşılayamayan cami genişletilir ve iki bölümden ibaret camiye iki ayrı kapıdan girilir de. Bu arada camii büyütülürken bir mihrap daha ilave edilip üzerine Altın Silsile'de yer alan isimlerin işlenmesi ihmal edilmez.  Camiinin alt kısmı ise ziyaretçilerin istirahat etmeleri için ayrılır.
           Caminin içi böyleyse kim bilir dışı nasıldır. Malum,  şadırvan abdest alanlarla dolup taşar. Hakeza banyolarda öyledir, yani akşamdan, geç saatlere kadar dolu haldedir. Bu yolu bilenler bilir, mürşit elinde tevbe, Nakşî yolunun özelliğidir ve tarikata intisab için gusül şarttır. Sonra iki rekât istihare namazı kılınacak, rabıta edilecek, tarif üzere Fatihalar okunup Sadat-ı Kiram'ın ruhlarına hediye edilecek, konuşmadan sağ omuz üzerine yatılıp 8 şart adabı tamamlanması gerekir. Bilhassa yolun olmazsa olmaz şartı Rabıta-ı mevt’tir. Yani sofi kendini ölmüş, gasl edilmiş, kefene sarılmış farzedecek, mürşidinin kendisini şeytanın tuzaklarından koruması için başında bekliyor bilecek ve böylece mürit hayatı boyunca hizmet ettikçe mürşitte himmet edecektir. İşte "Ölmeden önce ölünüz" düsturunun tatbikatı bu yolda böyle uygulanır. Dolayısıyla rabıta, sofinin terbiyesi için sağlam bir binek taşı hükmündedir. Nitekim Yunus'un, "Bu yol bir gönül içine girmektir" demesi bu gerçeğe işarettir. Hakeza ikna da öyledir. Sofi iyi olan her şeyin mürşidinin himmetiyle gerçekleştiğine kanaat getirip, kötülüğün de nefsinden kaynaklandığına inanacak. Aksi takdirde Sadat-ı Kiram'ın kapısında gereken istifadeyi elde edemez.
        Peki ya edep? Malum;  Resulullah (s.a.v.); "Din edeptir" buyuruyor. Madem öyle mürid, mürşidinin nazarının kontrolünde olduğu bilinciyle, her dem, her salise edepli olmaya çalışacak. Boş işlerle uğraşmayıp şeyhin gölgesinin üzerinde olduğu şuuruyla hareket edecek. Edep aynı zamanda yolun adabına usulüne riayet etmek demektir. Elbette ki avamın bu usullere uymada ki ölçüsü başka,  ulemanın başkadır. Nitekim avamın yolun başındayken ilk dikkat edeceği usul şeriatın zahiri ölçülerine uygun amel etmek olmalı, değim yerindeyse mürekkep yalamış bilge kullar ise şeriatın zahiri ölçülerini yerine getirmenin yanı sıra seyr-i süluku hakkiyle ifa edip Allah'tan gayri herşeyi masiva bilmek olacaktır. Belli ki bu yolda huzura edeple varan, lütufla dönüş yapabiliyor. Bakın, Allah Resulüne; "Müminlerin en üstünü kimdir diye sorulduğunda, O (s.a.v); "Ahlakça en güzelidir" diye buyurmuştur. Sofi, tövbe ile kapıya giriş yapıp, sekiz şart adabını yerine getirdikten sonra emredilen zikre yapışacak. Nasıl yapışmasın ki bu yolda hafi zikir talimatı, mağarada Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından Hz. Ebu Bekir Sıddık’a (r.a)  talim edilmiş bile.  Madem öyle mürid dilini damağa yapıştırıp, kalbinden "Lafza-i Celal" zikrini çekmeyi ihmal etmeyecektir.  Bu da yetmez her tespih başında, "Allahım maksadım Sen'sin, isteğim rızanı kazanmaktır" demesi gerekir. Anlaşılan zikirden maksat, "İlahi ente maksudi ve rıdaike matlubi"dir. Kelimenin tam anlamıyla sofi her halükarda hayatının her döneminde, hatta her nefes alışverişinde Allah'ı zikretmek gerektiğinin idrakinde olmalıdır.
           Düşünsenize her nefeste Allah'ı zikretmek için varız. İşte bu yüzden Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.),  bu hali   "Huş der dem"  diye ifade etmiştir. Yani, nefesini boş yere tüketmemek halidir bu.
         Sofi zahirde (görünüşte) halkla, batında (iç dünyasında) Hakk’la beraber olmakla memurdur.  Bakın Allah (c.c.); "O erkekler ki, onları hiçbir ticaret ve hiçbir alışveriş Allah'ı zikretmekten alıkoyamaz" mealindeki ayette bu manaya işaret etmiştir. İşte bu hal, "Halvet der encümen" hakikatıdır. Yani kalabalıklar içinde bile olsa, gönlün Allah'la beraber olma halidir. Hakeza sofi, dergâha her bir girişinde ve çıkışında " Sefer der vatan " olduğunu düşünecek ki; insan Allah'ın gurbetinde olduğunu idrak edebilsin.
           Edep, zikir ve rabıta esnasında gafletten kaçınmak halidir. Edebi kollamamak hüsrandır. Sadat-ı Kiram, edebe riayet sayesinde bu günlere gelmişler ve inşallah söz konusu bu edep yolu kıyamete kadar da devam edecektir. Zira Menzil, önceleri küçük ve kurak bir köymüş. Şimdi ise Sünnet-i seniyyeye mutabaatla Şah-ı Nakşibendî’nin (k.s.)  Kasr-i Arifan-ı hale gelmiş durumdadır.            
              Artık tarihler 18 Temmuz 1983’ü gösterdiğinde Seyda Hazretleri'ni Menzil'den alıp götürdükleri tarihtir. Adına sürgün dediler. Gerçi bir müddet sonra sürgün edemediklerini anladılar. Gayet açık, irşat evi Gökçeada'ya kaymıştı.
         Bakın Seyyid Fevzeddin Hz.leri (Seyda Hz.lerinin oğlu) Seyda Hz.lerinin hicretini şöyle anlatıyor:
        "Şevvalin son günüydü. Yani Ramazan'ın sonu, bayramı yapmıştık. Şevvalin son gecesiydi. Akşam namazı ve yatsı namazını müteakip Seyda (k.s.) eve gelmişti. Biz de eve geliyorduk. Bir baktım Adıyaman Emniyet Müdürü ve Jandarma Alay Komutan Yardımcısı vs. bunların hepsi bizim avluya gelmişler. Dediler ki: Seyda Hazretleri'yle görüşeceğiz. Bunun üzerin dedim ki:
      "-Hayırdır, hangi konuda?"
       Cevaben dediler ki:
      "-Bir ifadesi var. Adıyaman'a götüreceğiz. "
       Bu kez şöyle dedim;
      "-Tamam, biraz bekleyin Seyda'ya haber vereyim"
      "-Yok, biz de geleceğiz" dediler.
        Bu sefer şu karşılığı verdim:
      "-Ama ev müsait olmayabilir."
       Cevaben;
      "- O zaman, biz kapıda bekleriz"  dediler.
        Ya dedim:
      "-Derdiniz ne? Ben sizleri tanıyorum. Sizler de beni tanıyorsunuz. Siz buyurun Adıyaman'a, ben babamı alayım, taksiye bindireyim, ben önde siz arkada beraber gideriz."
      "-Yok, öyle şey olmaz,  haber ver gidiyoruz.
      Artık mecbur kalaraktan Seyda’ya (k.s.)  gidip durumu haber verdim.
       Tabii babam:
       "-Olur" dedi.
         Ve yerinden doğrulup elbiselerini giydi. Ondan sonra hazırlığını yaptı. Ben de peşi sıra onlarla beraber indim. Polislerin arabasına bindi, baktım ki, bir Jeep orada. Hatta Jeep’in içinde sıkıyönetim komutan yardımcısı var. Ancak komutanla göz göze geldiğimizde çok telaşlıydı.
      Bana dedi ki:
      "-Endişelenmeye gerek yok, bir şey olmayacak. Bu bir ifade meselesi, ama bu söylediklerimi kimse bilmesin. Sana güvendiğim için, söylüyorum. Mecburi ikamete tabi tutacaklar. Ancak eşya filan varsa, başka birisi onlarla beraber gidecekse (babanla beraber)" deyince ben tekrar geri döndüm ve Abdulgani’yi babama refakat etsin diye beraberinde uğurladım. Böylece, Seyda Hazretlerini buralardan alıp götürmüş oldular. Derken ikinci gün, üçüncü gün, dördüncü gün baktım herhangi bir ses seda yok, belli ki bu iş tamam. Onlar hakkımızda ne düşünürse düşünsün bir gerçek var ki; gerek Gavs Hazretleri olsun gerekse Seyda Hazretleri olsun her ikisi de her zaman şunu söylemişlerdir; "Bizim tankımız ve topumuz, misvak ile tespihimizdir." Yani gücümüz misvak ve tespihtir. Malumunuz misvak, Rasulullah’ın (s.a.v.) sünneti seniyyesidir. Dolayısıyla misvak ve tespihin haricinde ne tankımız, ne topumuz var. Devletin güvenliğini tehdit edecek en ufak bir şeyimiz yok, olmaz da. Kaldı ki Seyda Hz.lerinin bundan sonraki süreci bizim açımızdan bir hicrettir. Öyle ki; Gökçeada'da her sabah, her gün emniyette deftere imza atıyor. Derken bu durum tam iki sene böyle devam eder de.
       Hatta bir gün Polisler Seyda’ya (k.s.) dediler ki:
       "- Efendim biz defteri sana getiririz, evde attırırız,  siz yeter ki yorulmayın, üstelik şekeriniz var, hastasınız da."
       Seyda (k.s.) bu durumda:
       "-Hayır. Madem devletim emretti, hergün bizatihi kendim geleceğim. Değil polis, en ufak bir bekçinizi bile gönderseniz, mesafe 1000 km de olsa gelirim. Polis, jandarma, asker fark etmez, devletin tek bir bekçisi bile bana emretse yayan (yürüyerek) gelirim" diye karşılık verir.  Polisler bu sözlerden Seyda Hz.lerinin çok ince bir ruh mizacına sahip bir zat olduğunu sezer.  Gerçekten de Seyda’nın (k.s.) bu ince anlayışını görmemek elde mi? İşte devlete sadakat budur.
        Kaldı ki onlar milleti öldürmeye ya da milleti birbirine düşürmek, anarşiyi teşvik için gelmemişler. Bilakis insanların ıslahı için gelmişler. Milleti birleştirmek ve kaynaştırmak için gelmişler. Onlar asla kin, nifak ve ayrılık için gelmemişler. Rahmet için gelmişler. Milleti her türlü zulümden, kötülükten koruyup Allah’a, devlete ve millete kazandırmak için varlar. Bütün irşat faaliyeti buydu.  Düşünsenize öyle insanlar var ki sarhoş, sürekli içki içiyor, ne evine, ne de çoluk çocuğuna bakıyor. Hiç bir işine bakmıyor. İşte bu tip insanlar geliyor, bir bakıyorsun tövbe ediyorlar.  Tövbenin akabinde bir bakıyorsun babasına, anasına, ailesine, topluma ve milletine hayırlı insan oluyorlar.   
              Şayet insan bunları bilir ve onları kendine örnek alırsa, elbette ki o insan devlete asi olmayıp hizmetkâr olacaktır. Aslında Allah dostları devlete, topluma ve insanlığa faydalı insan yetiştiren irşat edicilerdir. Bir başka ifadeyle Seyda Hz.lerinin yaptığı düpedüz hizmetkârlıktır. Kelimenin tam anlamıyla Seyda (k.s) kendini Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna adamıştır. Durum vaziyet buydu.  Bakın Sahabe-i Kiram, malını, mülkünü ve hayatını bu uğurda harcamışlar. Sahabenin hepsi böyleydi. İnsanları biraraya getirmek, kaynaştırmak, birleştirmek onların biricik vasfıydı. Sahabe böyle yapmış, Seyda Hz.leri yapmış çok mu? Maalesef bu sahabe ahlakı gerektiği kadar anlaşılmadı ve anlatamadık. Umarım Türkiye’ye ve Ümmet-i Muhammed’e kimin ne kadar büyük bir faydası var, İnşallah bu durum zamanla anlaşılacaktır Keşke üç tane Seyda Hazretleri gibi irşat edici olsaydı da bugünkü anarşi, bugünkü nifak ve belalar olmasaydı. Çünkü onlar ümmetin ahlakını güzelleştirmek için vardırlar. Bakın Seyda (k.s) ne diyor; "Nedir bu kadar mühimmat, yeter ki bir bekçi bize haber gönderseydi, kendi arabamla, kendi çocuklarımla gelirdim." "Nedir bu kadar masraf, ne gerek var bu kadar benzin yakmaya, üstelik işinden geri kaldılar, bu kadar zaman harcadılar ve vakti boşa harcadılar. Oysa birisi bana yazılı bir kâğıt getirseydi, biz o yazılı olan emri yerine getirip,  zaten gelirdik."    

          İşte bu müthiş hikmet dolu sözlerden anlaşılan o ki; Allah ona öyle bir sabır vermiş ki, sıratı müstakimden milim taviz vermemişlerdir. Allah’a öylesine kendisini adamış ki onu gören onda dirilmiştir. Bir başka ifadeyle  “öyle örnek insan ol ki sana gelen sende dirilsin” bir irşad faaliyeti için gayret etmişlerdir.

Kaynak:Gül nesil video-Seytaç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder