MENZİL'DEKİ IŞIK: SEYDA
SELİM GÜRBÜZER
Seyda Hz.lerinin anısına hazırlanan
videoyu izlediğimizde, gerçekten duygulanmamak elde değil. Düşünsenize hayatta iken
gül kokusuna doyamadığımız Seyda’mızı şimdi videolarda izleyerekten hasret
gidermeye çalışıyoruz. Dolayısıyla elimizde kala kala tek hasretlik görüntü videosu
kaldı. Ancak şu da var ki video hatırası
da olsa yazı diline geçirmek gerekirdi. Ayrıca birde bunun kontrolüne de
ihtiyaç vardı ki, zaten bunu da Seyda
Hz.lerinin vefat yıldönümünün akabinde Gül Neslin büyük evladına kontrol
ettirdim de. İyi ki de kontrol ettirmişim, bu sayede mesela videoda zikredilen Seyda
Hz.lerinin muayene olduğu yer Sevgi hastanesi değil Çankaya hastanesiymiş
şeklinde düzeltiliverdi. İşte bu ve buna benzer kontrolleri Hane-i Saadetin
evladından düzeltiverdikten sonra en nihayet bize de derleyip toparlayıp metin halde
yazı haline dönüştürmek düştü. Öyle ya madem ‘söz uçar yazı kalır’ misali önce bu
videonun hazırlanmasında çok büyük pay sahibi kardeşlerimize teşekkür ettikten
sonra şöyle bakalım “bu videoda kardeşlerimiz Seyda Hz.leri nasıl dile
getirmişler, yazı şeklinde bir izleyip görelim:
Hiç kuşkusuz Seyda Hz.lerinin videoda ki
hayatını kaleme alırken, asıl anlamamız gereken hakikat şu olmalıdır:
"O, insanları Allah yoluna çağıran
sıradan bir âlim değildir. Çünkü sadece bu iş için binlerce yol ve metot
sayılabilir. O bu yolun aşkını insanların yüreğine kazıyan, Hakk’ın zatını arama ve bulma yolunu insanlara
gösteren Allah dostudur. Allah Resulü’nün
"Benim ümmetimin âlimleri, Ben-i İsrail'in nebileri gibidir"
diye buyurdukları manaya nice Allah dostları tarafından elden ele geçirilerek
kıyamete kadar kurumadan götürülecektir. Seyda Hazretleri (k.s), maddi veraset
bakımından Peygamberimizin (s.a.v.)’in otuzuncu göbekten torunudur. Manevi
veraset bakımından da otuz sekizinci duraktadır. Manevi veraset ve hilafeti
Nakşibendîliğin Halidi kolundan Seyyid Taha (k.s)'a geçen yoldan sırasıyla:
Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Şeyh Abdurrahman Tâhî, Şeyh Fethullah Verkânisi, Şeyh
Muhammed Diyâuddin Nurşînî, Şeyh Ahmedul Haznevî ve Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdulhalim
El Hüseyni (k.s)’den almışlardır. Yerlerine de Gavs Seyyid Abdulhakim Hüseyni
(k.)’ın oğullarından Gavs-ı Sani S. Abdulbâki Hz.lerine bırakmışlardır. Babalarından
aldıkları hilafeti oğullarına bırakması Hacegan ve Nakşî silsilesinde çok nadir
görülen bir hadisedir. Bu duruma sadece misal olarak İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmedül
Faruki Serhendi de rastlıyoruz. İmâm-ı Rabbânî (k.s) oğlu Şeyh Muhammed
Masum'a, o da oğlu Şeyh Seyfeddin'e bırakmıştır. Madem hazır İmâm-ı Rabbânî Hz.lerinden
bahsetmişken, bu arada Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdûlhakim el Hüseyni (k.s)’ın
oğlu Seyda Hazretlerine "İnşallah
İmam-ı Rabbani Hazretleri'ni geçersin" dualarını hatırlamamak elde midir?
Malum, Siirt
iline bağlı Kozluk ilçesinin Siyanus Köyünde dünyaya teşrif ettiler. Yıl 1930,
11 Ağustos pazartesi günü.. Aynı köyde daha önce kolun büyüklerinden Şeyh
Muhammed Diyâuddin (k.s)’de bulunmuşlar. Bu köyde iki yaşına kadar kalırlar.
1932 yılının sonlarında Baykan ilçesinin Taruni Köyüne göç ederler. Bu köy O’nun
taklid, tahkik ve marifet yönünden ilk basamağıdır. Hatta babası müritlerine
teveccüh yaparken kendisi de arkadaşlarını toplayıp aynısını yapıyor.. Ve
büyürken, bütün Allah ehli gibi yalnız. Ve
Nakşi büyükleri gibi kalabalık içinde tek. Arkadaşlarıyla oynamıyor. Şikâyet
ediyorlar. Annesi soruyor. Verdiği
cevap, ilerinin haberidir: “Benim boş ve
faydasız işlerden keyfim gelmiyor" keyfiyetindendir.
İşte
sözümüzün başında andığımız dua da ve şeyhi tarafından bu yaşlarda edilmiştir:
"İnşallah İmam-ı Rabbani
Hazretleri'ni geçersin"
Taruni, 15 yaşına kadar zahir ve batın
ilmiyle ilerledikleri bir bucaktır. Hem çaylarına gelip her dalışta eli
balıklarla dolu olarak çıktığı hem de manevi ilimde etrafını kıskandırıp zahir
düşmanlar kazandığı mekân. Bu kıskançlık onun canını kastetmeye kadar
varmıştır. Babası ve şeyhi Abdulhakim el Hüseyni Hazretlerine haber ulaşır
ulaşmaz önce onu köyden uzaklaştırıyorlar. Sonra kendileri de çıkıyorlar o
diyardan. Yolda önleri kesiliyor. O’nu soruyorlar. Yok, akrabaları gelip
götürdüler diyor. İşte bu hadiseler Ehl-i
Beytin Kerbala'dan başlayan takip ve zulüm devirlerine benzemektedir. Nakşî
silsilesinin Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s) tarafından vaaz edilen bu prensibinin
gerçekleştiğini görmek elde değil. Yani bu sürekli geziş için "Sefer der vatan" diyor. Gerek kapı kapı, gerekse diyar diyar dolaşması halidir bu.
Seyyid Abdûlhakim el Hüseyni (k.s) Bilvanis
Köyü'ndendir. Bu nedenle "Gavs-ı Bilvanisi" olarak yâd edilir. Gavs (k.s)
bu köyde otururken Seyda (k.s) Havil Köyü'ne tahsile koyulur. Burada ki Hocası
Seyda-i Molla Muhyiddin'dir. Öyle ki burada imamların müftüsü diyebileceğimiz
konumda olan Molla Muhyiddin gibi bir âlimin rahle-i tedrisatında 1,5 yıl ilim
tahsil eyler de.
Bundan sonraki durağı ise Dilbe Köyü'dür.
Burada dayısının oğlu Seyyid Molla Abdulbaki’nin yanında kalacaktır. Sonrasında
ise malum Seydayı Tahi Hz.lerinin silsilesinden Şeyh Muhammed Diyâeddin (k.s.)’in
Nurşin beldesinde konaklayacaktır. Hiç kuşkusuz konakladığı yer sıradan bir yer
değil, ilim ve feyzin bereketli olduğu bir mekândır. Üstelik Seyda (k.s) burada
Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’ın torunu Şeyh Muhammed Nasır’la birlikte ilim
tahsil edeceklerdir. Akabinde Seyda (k.s) bu kez beş yıl kalacağı Dilbe Köyü’ne
hicret eder. Malum Dilbey, Siirt'in Kurtalan ilçesine bağlı bir köydür. Her ne kadar
yazın bunaltıcı sıcaklığı olsa da yine de kendine has bahçeleriyle meşhur bir
köydür. Madem bu köye gelinmiş bir de camii faaliyetine girişip bizatihi camii
inşaatında bilfiil çalışmakta gerekirdi, nitekim omuz verirde. Yetmedi daha
sonrasında büyük oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri de burada ikinci bir cami yaptıracaktır.
Hiç kuşkusuz cami’yi unutulmaz kılan en ilginç hatıra Seyda Hazretlerinin
koyduğu taşlarda el izini taşımasıdır.
Seyda Hz.lerinin bundan sonraki durağı
Narlıdere Köyü olacaktır. Burada bir yıl kaldıktan sonra bu kez Kasrik’e hicret
edeceklerdir. Derken tarihler 1950 yılını gösterdiğinde burada Seyyid Hacı
Şeyhu'nun kızıyla evlenirler. Aslında Kasrik’te böyle bir evliliğin gerçekleşmesi
her iki tarafında Peygamber soyuna bağlılığın göstergesi manasına bir gönül
birlikteliğidir.
Kasrik'te sadece izdivaç
mı, dahası var elbet. Nitekim babası Gavs-ı
Bilvanisi (k.s.)’ın talebesinden Molla Ramazan'ın yanında ilim tahsil
edecektir. Hiç kuşkusuz ilim tahsilinden boş kalan zamanlarını da dergâhın
hizmetine ayırarak günlerini geçirecektir. Dergâh hizmetlerinde öyle canı
gönülden hizmet edermiş ki, onu görenler dergâhın hizmetçisi sanırlarmış. Hatta
bu arada babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)’dan da ilim icazetini almayı da ihmal
etmez. Artık her şey doyum noktasına geldiğinde Kasrik artık madden kaldıramaz
bir hal alır da. Çünkü her geçen gün
akın akın taliplilerin uğradığı ziyaretgâh mekân hale gelir. İster istemez bu
durumda yeni bir ferah mekâna ihtiyaç hâsıl olup yer aranır da. Öyle bir yer seçilmeli ki hem ulaşımı kolay
olsun, hem de arazisi geniş olsun. Derken bu iş için Gadir’de karar kılınır.
Gadir'de ilk iş su çıkartmaktır.
Tabii burada da en çok Seyda (k.s.) koşturacaktır. Ancak 1964 yılı gelip
çattığında Seyda Hz.leri askere çağrılacaktır. Böylece Manisa Orgeneral Cemal
Tural kışlasında ilk vatanı görevini ifa etmiş olur. Oradan da dağıtım yeri olarak Diyarbakır
Askeri Hastane'de vatani görevini yürütecektir. Asker iznine çıktığında bile boş
durmayıp yine Gadir’de dergâhın hizmetine koşturmakla geçirecektir. Zateh 1966
yılında terhis olduğunda da Gadir’e tam dönüşü gerçekleşir. Aslında bu dönüşe
hizmete dönüş dersek yeridir.
Evet, O şimdi tam gaz hizmete kendini
adamakla baş başadır artık. Belli ki Saadatlar “Her türlü sofi bozulur hizmet
sofisi bozulmaz” sözünü boşa söylememişler. Tam da bu söz Seyda Hz.lerini
tanımlayan bir sözdür. Nitekim onca hizmetlerinin karşılığı diyebileceğimiz
1968 yılı hayatının dönüm noktası olur da. Nasıl mı? İşte, Gavs (k.s.)’ın mürşidi Ahmed el Haznevî Hz.lerinin
oğullarından Şeyh Alâeddin’in işaretleriyle silsile halkasında "Eşşeyh Es Seyyid Muhammed Raşid El Hüseyni"
ismiyle yer almasıyla elbet. Sadece isimce
mi yer almak, hiç kuşkusuz zaman içerisinde silsile halkasındaki methiyesi de beraberinde
gelecektir. Öyle ki irşad hilafetiyle teveccüh verir konuma gelir de. İşte bu
manevi taçlandırmanın ardından ilk iş Hac’ca koyulmak olacaktır... Derken Allah
Resulünün eşiğine yüz sürüp hem zahiren, hem de manen asıl yurduna kavuşmuş olur.
Gerçektende kutsal topraklara ayak bastığında hiç yabancılık çekmeden dedelerinin
evi gibi buralarda soluklayacaktır.
Hac vazifesi sonrası dönüş yine gadir’dir.
Ama bu kez Gadir adına uygun davranıp Gavs-ı ve ehlini gadr edeceklerdir. Tabii bu durumda Gavs-ı Bilvanisi (k.s) zorla kalacak değildi ya, göç edeceklerdir. Gadirliler her ne kadar ardından çok büyük
pişmanlık duysalar da, Gavs (k.s.) kararından vazgeçmeyip Menzil’de karar kılacaktır.
Hatta Menzil’e keşif için yola çıktığında yol boyunca başka yerlerden de kendine
bir takım teklifler gelecektir ama o bikere kafasına Menzil Köyü'nü koymuştu, bu saatten sonra geri dönüş olmazdı elbet. Bu
arada yol boyunca irşad faaliyetini yürütmeyi ihmal etmez de. Nihayet Menzil’e
varıp Temmuz ayı geldiğinde ise ilk iş asasını yere vurup işaretlemek
olacaktır. Ve işaret edilen yer için:
"-Burayı bir ay sonra kazın"
talimatını verecektir.
Gerçekten de yılın tamda kurak
zamanında bir ay sonra kazıldığında ab-ı hayat su çıkacaktır. İşte çıkan bu ab-ı hayat suyun bereketiyle
tarlalar, bahçeler sulanıp Menzil bambaşka bir çehreye bürünecektir.
Şimdi sırada cami inşaatı vardır. Seyda (k.s.) hiç kuşku yoktur ki her zaman ki
gibi yine boş durmayıp hizmette sınır tanımayacaktır. Sofiler ise bu arada
camii için mühendislerin ve mimarların hazırladıkları projeleri Gavs (k.s.)’a
sunmanın telaşına düşeceklerdir. Fakat Gavs-ı Bilvanisi (k.s.) sofilerin bu
heyecanını ve hevesini kırmamak adına sunulan projeleri kabul etmiş gibi bir
tavır sergileyecektir. Çünkü Seyda (k.s.)’ın projesi mühendislerden farklı
yöndeydi. Doğrusu Gavs’ta iki arada bir derede kalmıştı ki, en sonunda kararını
şöyle beyan edeceklerdir:
"- Bakın, kanaatim o dur ki dünyanın tüm mühendislerini getirseniz, biliniz
ki hiç biri Muhammed Raşid'in aklı gibi olmaz. Ben onların gönüllerinin
kırılmasını istemedim. Siz Muhammed Raşid’in dediğini yapın."
Ne diyelim, işte Gavs’lık böyle bir
şeydir, gerçekten de bu söz yerini bulup Seyda (k.s.)’ın fikri doğrultusunda
camii inşaatı tamamlanır da.
1972 yılı Gavs’ın (k.s.) sevinç yılıdır. Malum, Mevlana Celâleddin-i Rûmî’nin Şeb-i Arus
dediği vuslat ve düğün gecesi manasına 24 Mayıs'ta Allah'a yürür. Tabii arkasından
müminler, âşıklar, halifeleri ve sofilerin gözü yaşlı haldedir. Zira Gavs-ı
Bilvanisi (k.s.), bu âlemden göç etmiştir.
Bu yüzden Seyda (k.s.) şöyle buyurdular:
"-Allah
(c.c.) Resulü'ne, "Biz seni
âlemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey olarak göndermedik. Dolayısıyla
Allah Resulü'nün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü. Benim babam da
Allah Resulü'nün varislerindendir. Ben O'nun Allah yolunda insanları irşad ve
ilimle uğraştığına şahidim. Biz O'nu Allah yolunda olduğu için seviyorduk.
Babam irtihal etti. Nakl-i mekân eyledi. Allah Hayy'dır ve mekândan
münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah'a yönelmeli.. Her şey fanidir."
Seyda (k.s)’ın bu uyarısı sofileri
ferahlatmıştır. Artık onun için Gavs
(k.s.)’ın dar-ı bekaya göç etmesiyle birlikte 21 yıl sürecek irşad ve cefa
hayatı başlayacaktır. Önce, yeterince ihtiyacı karşılayamayan cami genişletilir
ve iki bölümden ibaret camiye iki ayrı kapıdan girilir de. Bu arada camii
büyütülürken bir mihrap daha ilave edilip üzerine Altın Silsile'de yer alan
isimlerin işlenmesi ihmal edilmez. Camiinin alt kısmı ise ziyaretçilerin
istirahat etmeleri için ayrılır.
Caminin
içi böyleyse kim bilir dışı nasıldır. Malum,
şadırvan abdest alanlarla dolup taşar. Hakeza banyolarda öyledir, yani akşamdan,
geç saatlere kadar dolu haldedir. Bu yolu bilenler bilir, mürşit elinde tevbe,
Nakşî yolunun özelliğidir ve tarikata intisab için gusül şarttır. Sonra iki
rekât istihare namazı kılınacak, rabıta edilecek, tarif üzere Fatihalar okunup
Sadat-ı Kiram'ın ruhlarına hediye edilecek, konuşmadan sağ omuz üzerine yatılıp
8 şart adabı tamamlanması gerekir. Bilhassa yolun olmazsa olmaz şartı Rabıta-ı
mevt’tir. Yani sofi kendini ölmüş, gasl edilmiş, kefene sarılmış farzedecek,
mürşidinin kendisini şeytanın tuzaklarından koruması için başında bekliyor
bilecek ve böylece mürit hayatı boyunca hizmet ettikçe mürşitte himmet edecektir.
İşte "Ölmeden önce ölünüz"
düsturunun tatbikatı bu yolda böyle uygulanır. Dolayısıyla rabıta, sofinin
terbiyesi için sağlam bir binek taşı hükmündedir. Nitekim Yunus'un, "Bu yol bir gönül içine girmektir"
demesi bu gerçeğe işarettir. Hakeza ikna da öyledir. Sofi iyi olan her şeyin
mürşidinin himmetiyle gerçekleştiğine kanaat getirip, kötülüğün de nefsinden
kaynaklandığına inanacak. Aksi takdirde Sadat-ı Kiram'ın kapısında gereken
istifadeyi elde edemez.
Peki ya edep? Malum; Resulullah (s.a.v.); "Din edeptir" buyuruyor. Madem öyle
mürid, mürşidinin nazarının kontrolünde olduğu bilinciyle, her dem, her salise edepli
olmaya çalışacak. Boş işlerle uğraşmayıp şeyhin gölgesinin üzerinde olduğu
şuuruyla hareket edecek. Edep aynı zamanda yolun adabına usulüne riayet etmek
demektir. Elbette ki avamın bu usullere uymada ki ölçüsü başka, ulemanın başkadır. Nitekim avamın yolun
başındayken ilk dikkat edeceği usul şeriatın zahiri ölçülerine uygun amel etmek
olmalı, değim yerindeyse mürekkep yalamış bilge kullar ise şeriatın zahiri
ölçülerini yerine getirmenin yanı sıra seyr-i süluku hakkiyle ifa edip
Allah'tan gayri her şeyi masiva bilmek olacaktır. Belli ki bu yolda huzura edeple
varan, lütufla dönüş yapabiliyor. Bakın, Allah Resulüne; "Müminlerin en
üstünü kimdir diye sorulduğunda, Efendimiz
(s.a.v) "Ahlakça en güzelidir"
diye buyurmuştur. Sofi, tövbe ile kapıya giriş yapıp, sekiz şart adabını yerine
getirdikten sonra emredilen zikre yapışacak. Nasıl yapışmasın ki bu yolda hafi
zikir talimatı, mağarada Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından Hz. Ebu Bekir Sıddık
(r.a)’a talim edilmiş bile. Madem öyle mürid
dilini damağa yapıştırıp, kalbinden "Lafza-i Celal" zikrini çekmeyi
ihmal etmeyecektir. Bu da yetmez her
tespih başında, "Allah’ım maksadım Sen'sin, isteğim rızanı kazanmaktır"
demesi gerekir. Anlaşılan zikirden maksat, "İlahi ente maksudi ve
rıdaike matlubi"dir. Kelimenin tam anlamıyla sofi her halükarda
hayatının her döneminde, hatta her nefes alışverişinde Allah'ı zikretmek
gerektiğinin idrakinde olmalıdır.
Düşünsenize her nefeste Allah'ı zikretmek için
varız. İşte bu yüzden Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.), bu hali
"Huş der dem" olarak
ifade etmiştir. Yani, nefesini boş yere tüketmemek halidir bu.
Sofi
zahirde (görünüşte) halkla, batında (iç dünyasında) Hakk’la beraber olmakla
memurdur. Bakın Allah (c.c.); "O erkekler ki, onları hiçbir ticaret ve
hiçbir alışveriş Allah'ı zikretmekten alıkoyamaz" mealindeki ayette bu
manaya işaret etmiştir. İşte bu hal, "Halvet der encümen" hakikatidir.
Yani kalabalıklar içinde bile olsa, gönlün Allah'la beraber olma halidir.
Hakeza sofi, dergâha her bir girişinde ve çıkışında " Sefer der vatan " olduğunu düşünecek ki; insan Allah'ın
gurbetinde olduğunu idrak edebilsin.
Edep, zikir ve rabıta esnasında gafletten
kaçınmak halidir. Edebi kollamamak hüsrandır. Sadat-ı Kiram, edebe riayet sayesinde
bu günlere gelmişler ve inşallah söz konusu bu edep yolu kıyamete kadar da
devam edecektir. Zira Menzil, önceleri küçük ve kurak bir köymüş. Şimdi ise
Sünnet-i seniyyeye mutabaatla Şah-ı Nakşibendî’nin (k.s.) Kasr-i Arifan-ı hale gelmiş durumdadır.
Artık tarihler 18 Temmuz 1983’ü
gösterdiğinde Seyda Hazretleri'ni Menzil'den alıp götürdükleri tarihtir. Adına
sürgün dediler. Gerçi bir müddet sonra sürgün edemediklerini anladılar. Gayet
açık, irşat evi Gökçeada'ya kaymıştı.
Seyda(k.s) Gökçeada'da geçen günlerine
şükrü ve sabrı tavsiye edip şöyle buyurdular: "Gelin oturun artık Allah'a dua edin. Bizi buraya getirmiş, dolayısıyla
sonrasında on katını yapmalıyız. Cenabı-ı Rabbül Âlemin, bu güne kadar bize her
şeyi verdi. Bundan sonra bizi buraya gönderip, sadık olup olmadığımızı imtihan
ediyor. O halde hiç durmadan ibadet etmemiz gerekiyor."
Öyle ki evlerini değiştirip, üç odalı
bir yere taşındıklarında ilk söylediği söz şudur: "Şükredin, bir odamız
daha oldu. O halde şükrümüzü artıralım. Bakın hem geniş bir yerde oturuyoruz,
hem de bizi koruyan polislerimiz bile var. Üstelik bizi her yerden
gözetliyorlar da."
Madem rabıta, Nakşî yolunun müride
emredilenin velideki tecellisi, o halde bu durum fena ve beka halini gösteren
bir işaretin neticesi öz yurduna dönüş manasına gelir. Nitekim Seyda Hz.leri,
romatizma ağrıları için girdikleri kuma baktığında şöyle beyan buyurur: "Tıpkı Medine'nin kumları gibi."
İşte sefer der vatanın tecellisi diyebileceğimiz fenâ-fir resûl hali
budur.
Seyda Hz.lerinin ferdi hastalıkları
ilerleyince, o dönemin halk tarafından
seçilmiş Başbakanı Turgut Özal'ın gayretleriyle Ankara Gülhane Hastanesi'nde
muayene edilir. Kendisine yapılan bir teşhis sonucu heyet raporuyla Ankara’da
ikameti gerçekleşir. Böylece bir süre Ankara Çankaya Karyağdı Sokak’ta mecburi
ikamete tabii tutulur. Yani sürgün hayatı burada devam edecektir. Neyse ki 6
Şubat 1986 yılı olduğunda mecburi ikamet ve gözetim kaldırılır. İlginçtir bu
süre zarfında kendisinden ne bir şikâyet, ne de bir bıkkınlık hali görülür.
Değim yerindeyse dışarıdan en küçük bir vicdan sahibini feryad ettirecek bu
dönem hakkında, ne makam sahibi bir kişiyi suçlayıcı bir söz, ne herhangi
incitici söz, ne de yaralayıcı bir söz söylemiştir. Üstelik kendisi masum
olduğuna dair hiç bir ispata tenezzül etmez de.
Sürgün dönemi bittiğinde ilk iş
menzil’e dönüştür. Menzile geldiğinde önce Gavs Hazretleri'nin merkadını ziyaret,
şükür namazı, Hane-i Saadetleri'ne teşrif ve ardından Mevlit okuma icra edilir..
Artık sürgün hayatı bitmiştir, böylece
Menzil bir bambaşka çehre kazanacaktır.
Öyle ki bu yıllar, Menzil'in, mekân olarak genişletildiği yıllardır.
Bahçe genişletiliyor ve daha nice faaliyetler başlıyor. Hele inşa faaliyetleri
esnasında üzerinde titizlikle durulan bir yer var ki dikkatlerden kaçmaz, bu
çoban evlerinden başkası değildir. Elbette ki Seyda Hazretleri meslektaşlarını
kollayacaktır. Her çoban sürüsünden mesuldür derler ya, aynen öyle de Seyda
Hazretleri de sofilerin çobanıdır. Nitekim Allah Resulü'nün çobanlık yaptığını
düşündüğümüzde bunun ne anlama geldiğini şimdi daha iyi idrak etmiş oluyoruz.
Tarih 1991 yılını gösterdiğinde Seyda
(k.s.)’ın göz ameliyatı için Menzil'den bir süreliğine ayrıldığına şahit
oluruz. Derken Ankara'da Çankaya Hastanesi'nde göz ameliyatı gerçekleşir.
Ayrıca bu yıllarda sofilerin muhabbetten kulluk makamına ulaşmak için
yarıştıkları yıllardır. İşte bu yüzden
bu yıllara Fetih yılları dersek yeridir. Şöyle ki; neticesine baktığımızda vuku
bulan hadise bakımından bu tespitin doğru olduğu kanaatindeyiz. Kanaatimizi
ortaya koyan benzerlik elbette ki Hayber'in fethiyle Yahudi kalesinin
düşmesinin akabinde yaşanan hadisedir. Nasıl ki Hayber'in fethinde bir gizli el
zehirli eti ziyafet sofrasında sunmuşsa, Menzil'de de bir bayram günü ziyaret
esnasında bir zinde el tarafından eline zehir şırınga edilir. Gerçekten
neticesine baktığımızda her iki olayda da zehir vardır. İlginçtir bu hadisede yine benzer bir ortak
yön var ki; hiç kuşkusuz Allah Resulü ve
Seyda Hz.lerine yapılan bu suikastın şahadetlerinden 2 yıl önce gerçekleşmiş
olmasıdır. Belli ki Yüce Allah (c.c) bu sünnetin ihyasını dileyip, küfrün
aczini ortaya koymak bakımından böyle takdir etmiş. Dolayısıyla sofilerin bu
döneme fetih yılları gözüyle bakması gayet tabii bir durum. Nasıl öyle bakmasın
ki, bu kadarda benzerlik olur mu dedirttirecek
bir tabloyla karşı karşıyalar, öyle ki Allah Resulünün Hayber fethi yıllarında
ziyafet sofrasında zehirli eti sunan sinsi eli affettiği gibi Seyda Hazretleri
de bu suikast girişiminde bulunana aynısını yapmıştır. Kaldı ki Seyda
Hazretleri’nin bilhassa sürgün dönüşü zirve yapan o irşad faaliyeti arasındaki
uyumluluk her şeyi izah etmeye yeter artar da.
Malum 1992 yılı Seyda Hazretleri'nin
Ankara'ya teşrif ettiği yıldır. Ankara'nın Çankırı yolu hattındaki Esenboğa
hava alanına giden yol üzerinde bulunan Pursaklar'da inşa edilen cami’de
sofilerle birlikte namaz kılıp Hatme-i Hâcegân eda edilir. Tabii bu yürüyüş
Pursaklar’la sınırlı kalmaz, 45 gün sonra Afyon Hayat Jeotermal kaplıcaların
yanında, kendileri için tanzim edilen eve teşrif etmişlerdir. Her ne kadar tedavi maksadıyla buraya gelmiş
görünse de kaplıca suyuna ancak sabah namazından sonra girme fırsatı
bulabiliyordu. Anlaşılan irşad burada da devam etmiş. Bu arada kaplıcanın hemen
yanı başında camii inşaatına start vermeyi de ihmal etmeyecektir.
Kırk gün sonra, dönüş yine Ankara
Pursaklar semtinedir. Ankara ve çevre
illerden gelen taliplilerle dolar taşar da. Öyle ki Pursaklar’da tam bir bayram
havası esip, adeta Pursaklar Buhara’nın Kasr-i Arifan’a dönüşür. Nasıl
dönüşmesin ki; burada binlerce sofi ve
yine irşad faaliyeti vardır. İşte Allah dostlarının böyle zamanlarda yaptıkları
faaliyet; güzel çirkin, kör topal
demeden çağın buhranına kapılmış ümmeti yangından mal kurtarır gibi çekip almak
olmuştur.
Artık Menzil'e, sondan bir önceki
geliştir. Yolda yine tevbe ve saliklere şefkat, mekân ve zaman seçmeksizin
Allah'a çağırmak tek gaye olmuştur.
Menzil'de bu sefer ikinci bir suya
ihtiyaç vardır. Bu kez yeniden sondaj ve yeni bir ab-ı hayat gerçekleşir.
Malum, bu sondajın öncesinde Gavs-ı Bilvanisi Hazretleri de bir işaretle su
çıkarmışlardı. Zaten sondaj Allah'ın ilmine işarettir. Teknik ve bilim Allah'ın
sani sıfatının tecellisi. Bu yüzden şöyle buyurmuştu:
"Tayyi mekân edebilen veli dahi,
arabayı, treni, uçağı kullanmak zorundadır. Bu onların üzerinde Allah'ın
hakkıdır."
Menzil'de son işler. Bütün maddi
ihtiyaçlar tamamlanmış sayılırdı. Yine dönüş Afyon'a. Burada romatizmaları
tedavi edilecektir.
Ve nerden geldiği belli olmayan bir
işaretle bir hutbe irad ediyorlar. Hutbenin
son cümlelerini şöyle bağlayacaktır:: "… Sofiler ayakta çok beklediler. Onun için sohbetime bu arada ara
veriyorum. Cuma'ya kadar inşallah eve gideceğim. Allah hepimizi affetsin."
İşte veda niteliğinde ki irad edilen
bu hutbe her türlü gelecek şüphesinden arınmışlığı gösteren bir işaret olsa gerek
ki o yılın Seyda Hazretleri'nin 63 yaşında olduğunu bilenler sohbetin son
cümlesindeki ifadelere takılmayıp unutmuş gözükür. Besbelli ki bu durum,
Allah'ın sofilerin akıllarını muhafaza etmeleri için bir nisyan halidir.
Nitekim Ankara'ya dönüyorlar.
Cuma guslü sünnettir.
Allah Resulü cuma günü için gusül
emretmişlerdi. Zaten Allah dostları
sünnetten kıl payı olsun kopmazlar. Ve onlar hayatlarını sünnete uygun tanzim
ederler. Hatta şahadetlerinde bile bu böyledir. Zira cuma yaklaşırken göğüslerinde
bir ağrı belirir. Derhal muayene ediliyor.
Bir ara oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri ile göz göze geliyor. Hayy! Bir
tek Allah diridir. Derken şahadetleri gerçekleşiyor.
Şahadet şerbeti içtiğinde yaşı
tamtamına altmış üçtür. Gerçektende gök yarılsa, yer kaynasa, o gün sofinin halini anlatmaya güç
yetiremezdi. Çünkü aklın bir an tutulduğu, yerini terk edip geri döndüğü andır.
O an Ömer’ül Faruk’un; o öldü diyeni
öldürürüm halet-i ruh halidir bu. Neyse ki Sıddık-ı Ekber, Hz. Ömer'i yerine
oturtur ve der ki: "Muhammed'e tapanlar bilsinler ki o öldü. Allah'a
tapanlar bilsin ki O ölmez."
İşte bu ve buna benzer durumu önlemek
adına yerinden ayrılan akılları toplayan ve yine o neslin bir evladı Seyyid
Fevzeddin Hz.leri devreye girer ve der ki:
"Ağlamayın, Allah Resulü'ne ne yapıldıysa, babama da o yapılacak."
İşte bu atmosfer içerisinde Seyda Hz.leri
defnedilmek üzere boyunlar bükük, eller bağlanmış, tutku gözlerle Pursaklar’dan
kafileler eşliğinde Menzile varılır.
Sabah vakti Menzile varıldığında yurdun
dört bir yanından gelen insan seliyle sofiler sanki bir ruz-i mahşerin içinde
bulur kendini.
Onlar asrın her türlü kirlenmişliğinden
kurtarıcılarını, Allah'ın yolunu tanımalarına vesile olan zatı, son yolculuğuna
uğurlamak için gelmişlerdi. Artık kalpler donuk, gözler yaşlı ve dizler
dermansızdır. Öyle ki gözlerden akan yaşı, metanet dizginleyemiyor, ama ne bir
taşkınlık, ne de bir çığırtkanlık, ne de bir izdiham görülür. Vuslat vakti geldiğinde on binler, İmamın er
kişi niyeti sedasıyla saf olmuşlardı. Gözler yaşlı, içler buruk ama tek bir
yürekten Allah-u Ekber deyip onun arkasında namaza durmak bir başkadır. Hakeza
onu toprağa uğurlamakta bambaşkadır. Seyda Hazretleri omuzlarda markada doğru
uğurlanırken biryandan da izdihamdan ona omuz veremeyen onun canı, evladı gibi
sevdiği diğer sofiler, yolun iki yanına dizilmiş, yüzler acı hüznün nakşıyla
işlenmiş, bir halde uğurlayacaklardır.
Ve nihayet toprağa veriliyor. Gavs Hazretleri'nin yanına defnediliyor.
Böylece Şeb-i Arus’u gerçekleşiyor.
Ruhu şad olsun.
Kaynak: (63. yıl
Gül Nesli, Sey-Tac video)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder