BİR ŞAFAK YÜRÜYÜŞÜ
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2650/bir-safak-yuruyusu.html
SELİM GÜRBÜZER
Şerif Benekçi ortaya koyduğu romanlarıyla
dikkat çekmiş bir yazar. Dahası romanlarını akıcı bir üslupla okurlarına
ispatlamış bir duygu selidir o. Nitekim o duygu yürekli kalemini Seyda’ya olan
derin aşkı muhabbetinde de görüyoruz. Zira kaleminden dökülen o muhabbet seli tüm
çarpan gönüllerde yankı bulur da. Şayet o sevgi selinin içerisinde bir katre damla
olup istifade edebilirsek ne mutlu bizlere. Bakın Seyda’ya olan muhabbetini
nasıl dile getiriyor bir görelim:
SULTANIM, EFENDİM
1970'li yıllarda yaşadığımız
yapay kutuplaşmalardan en zararlı çıkan kesim, üniversite gençliği olmuştu.
Şimdi orta yaş kuşağını meydana getiren insanlarımızın, her biri ayrı ufuklarda
yoğunlaşan arayış ve sancılarının bu yurda ve bu yurdun insanlarına nelere mal
olduğunu zamanla daha iyi anladık.
Basmakalıp yargılarını ve
tekerlemelere dayalı suçlamalarını zaman içinde elinin tersiyle bir kenara
itebilmiş olan herkes şunu kabul eder ki, vuruşanlar bizim çocuklarımızdı.
Lâkin o yıllar, böyle düşünmüyor yahut düşünemiyorduk. Son olmasını dilediğimiz
''gece baskını'' na çeyrek kala ayılanlar, ''Ne oluyor?'' diyenler oldu. Bir
yerlerde hata yaptığımızı en iyi biz -vuruşanlar- anlıyorduk; çünkü akan kan
bizim kanımız, ağlayan bizim anamızdı. Yanlış yerlerde ve yanlış cephelerde saf
tuttuğumuzu dramatik derinliğiyle anlamıştık. (1980 Eylül'ünde gerçekleşen
askerî darbe ve çarpık uygulamalar, yanlışta ısrar eden arkadaşlarımızı da yol
ayrımına getirmiş, böylece bir süreç tamamlanmıştı.)
Farklı bir sese ve farklı bir
nefese duyduğumuz ihtiyaç, ekmek ve suya duyduğumuz gereksinimden az değildi.
Uğultulu tepeler ve sarp vadilerin çocuğu olan, yaratılışı iktizası uç
noktalarda gezinen insanları, ancak okyanus boyutlu derinlik ve ufuk
etkileyebilirdi.
O yıllarda, bir dostuma şöyle
dediğimi hatırlıyorum:
''-Ne
bahtsız nesiliz, dostum. Bir Mevlâna'mız, bir Yunus'umuz bile yok... Hani Hazret-i
insan, hani Allah'ın halifesi?''
ODTÜ'den tanıştığımız dostum,
ağlamaklı bir sesle şöyle demişti:
''-Duyduğum doğru ise, Urfa yakınlarında bir
zat varmış. Peygamberimizin soyundan, deniliyor. Bir gidelim mi ne dersin?''
Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin (k.s)
varlığından böyle haberdar olmuştum.
Uzun süre, Urfa yönüne doğru dönüp, ufka
doğru baktığımı, bir çağrı beklediğimi dün gibi anımsıyorum. Aylar geçti, bir
türlü o tarafa gidemedim. Derken, gün geldi, çile doldu ve yol açıldı:
Sultanım, Seyyidim, Mürşidim, Efendim;
Böyle bir sonbahar mevsimiydi; Menzil'e vasıl
oldum. Sonradan romana aktardığım bir
şafak yürüyüşü böyle başlamış, ben Fırat boylarından size gelmiştim.
O kerpiç duvarlı, toprak
örtülü, ak badanalı evinizi görünce içim cız etmiş, 'İşte, gelmem gereken yer
burası' diye mırıldanmıştım.
Derken, kutlu bir ikindi
üzeriydi, siz Efendim göründünüz köy meydanında. Menzil meydanı, bir anda
kâinat meydanı oluvermiş; ahşap cami, mütevazı şadırvan, duvar diplerinde
gezinen birkaç insan ve bahçe duvarının üzerinde uçuşan güvercinler, birden
kayboluvermişlerdi.
Sizi görmüştüm, Sultanım,
Efendim: Daha ne olsundu?
Ne can, ne sıcak, ne içten
bakmıştınız öyle? Nübüvvet nazarının sizden yayılan ışıltıları arasında, çörek
kıvrımlı ve süt beyazı sarığınızın bir yerinde kaybolup gitmişim: Gözümün
önünde fırıldak gibi dönüp duran kara delikler ve kendimle getirdiğim sorular,
tanımsız tebessümünüzle yok oluvermişti.
Aradan tam on altı yıl geçti. Anlamsız
beklentiler, nankörlükler, ''akıl'' ve ''ben'' merkezli saplantılarla geçen tam
otuz üç mevsim.
Sizi gereği gibi değerlendiremediğim için
ruhaniyetinizden bir kez daha özür diliyorum; Mürşidim, Efendim.
Sizden bahsetmek benim ne
haddime. Yapmaya çalıştığım, bazı ayrıntıların altını çizmekten ve onları, çok
sevdiğiniz Müslümanlara duyurmaktan ibarettir.
Has bir bendeniz anlatmıştı;
bir bağ bozumu mevsiminde ondan dinlemiştim: Siz, bahçenizdeki ağaçların
arasından süzülerek gelmiş, orada bel belleyen bir sofiyi bir süre seyrettikten
sonra, tebessüm ederek yanından ayrılmıştınız. Bahçıvan Nuri edep sınırları içinde size yaklaşmış, öyle masum ve
sevimli tebessümünüzün sebebini sormuş. ''Gurban, o sofinin neyine tebessüm
ettiniz, sorabilir miyim efendim?'' demiş.
Siz efendimizi baharlar açan
tebessümünüzü şöyle izah buyurmuşsunuz:
''Gülmem şu ki, sofi var gücüyle bele
vuruyor. Bütün iradesiyle bele yükleniyor. Bunun sonucu olarak bel toprağa
batıyor, belleme gerçekleşiyor. İşte insan, sofinin bütün gücüyle bele bastığı
gibi, nefsine bir defa vursa, başka bir hamleye gerek kalmadan, ikinci adımda
Allah'ı bulur.''
Biz, ağır rayihalı hacı
kokularının mâbedde bile insanı bunalttığı ve güzel koku sevgisinin bile çarpık
algılandığı bir zaman diliminde, siz Efendimizi mihrapta gül koklarken
görmekten hoşnuttuk.
Gülü mabedimize soktuğunuz, onu
mihrapta kokladığınız, güvercinler için saçak otlarına özel aşiyanlar
yaptırdığınız, toprakla yürüttüğünüz ve toprağa oturduğunuz için; şehirlerden,
kasaba ve diğer karyelerden fevç fevç size geliyorduk.
Anadolu ve diğer uzak
iklimlerde yaşayan insanların, küçük gece kelebekleri gibi size yönelişleri,
devletlilerde endişe, sıradan insanlarda ''acaba'' ve Müslüman entellerde burun
kıvırma sebebi olurken, neslimin ve ben-i Âdem’in ak bahtlı insanları ‘Menzil=Rahmet
Üçgeni'nin girdabına yakalanıyordu.
''Bermuda=Şeytan Üçgeni'' merak ve ilgi konusu olmaya daha lâyık
görülürken, ilahi rahmet ve Rabbani esintinin böylesi, insanları şaşkına
çevirmiş, kimilerinin de hafsala duvarlarını yerle bir etmişti. Bundandı, kimi
bilimsel ve acül kafalı zevatın ''Güneyli esinti'' ye soğuk bakışı.
Siz, toprak örtülü evlerin
tehlike addedilerek kuşatılması, sürgünlere ve her şeye rağmen, pâk ceddinizin
açtığı aydınlık çizgiyi sürdürdünüz. Horlanmış bir ümmet, itilip kakılmış bir
millet ve kimlik bunalımına sürüklenen gençlik, sizi bulmakta ve benimsemekte
gecikmedi. Ateşin ortasında oluşturduğunuz bahçede, renkler ve ırklar yan yana
oturmanın, zikir halkası oluşturmanın ve Müslüman kardeşi olmanın doyumsuz
keyfini yaşadı. Toprağa ilk tohumun atıldığı Harran Ovası'na el sallayan çıplak bozkır tepelerinde Rabbanî
tecellilerin ve Samedanî istihzaların binlercesi mevsimler boyu uçuştu, durdu.
Herkes, gönlünce ve nasibince bir hoşluk yaşadı, âli himmetinizle.
Siz, ''vaktin iyice daraldığı'',
karaların ve denizlerin bile kirlendiği bir zamanda geldiniz. Rabbim sizi,
insanlık erdemlerinin dağ doruklarına kaçırıldığı, kalplerin darmadağın olduğu,
şaşmaz ve değişmez ölçülerin bile makam ve mevki uğruna akademik tartışmalara
mevzu edildiği bir zamanda, ahir zamanda göndermişti.
İyi ki göndermiş. Yoksa bizim
halimiz nice olurdu? Hamdımız, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
Sizin amacınız insanoğlunu kurtarmaktı.
Öğretiniz sadelik ve derinlik esasına dayanıyor ve siz, sözün ayağa düştüğü bir
zamanda, sükûtun zirvesinde kalmayı yeğliyordunuz.
Siz, Ahir zaman Sultanı,
''şartsız icazet'' veriyordunuz (x). Bizler, Hâtem'ün Nebi'nin (s.a.v.)
ifadeleriyle ''döküntü insanlar''dık. Bir ömrü, gecesi ve gündüzüyle, bizleri
toplamakla geçirdiniz. Bizleri çer çöp gibi toplayıp, yer ve gönül sofranıza
kabul ettiniz. Yolu Menzil'e düşen ahir zaman gariplerinin eline ağaç kaşık ve
arpa unu karıştırılmış kepekli ekmek tutuşturdunuz. Büyük cedleriniz ''Halil''ler ve ''Habib''ler gibi
olmak, size gerçekten yakışıyor ve siz Efendimiz, koluydu-bacağıydı,
gömleğiydi-entarisiydi demeden, yangından ve bulanık selden, kim neresinden
tuttuysanız çekip çıkarıyor, kıyıya alıyordunuz.
Yer dolusu hatalarla geldiğimiz Fırat
kıyısındaki köyde, gene yer dolusu mağfiret buluyorduk. Orada tövbe etmenin, ''Yitik
develer''i bulmanın Mevlâlar Mevlâsı'nı sevindirmenin doğal sonucuydu bu .(x)
Hac vakfesi için bulunduğunuz dağlar güzeli Arafat'ta, daha önce hiç görmediğiniz
bir çocuğun karpuz kabuğuna ip bağlamasına yardım etmiş, ''Haydi birlikte
oynayalım'' teklifini kırmayıp, çocuğa oyun arkadaşı olmuş, Arafat handiyse
boşaldığı halde, siz alacakaranlığa dek onunla oynamış, çocuk nihayet oyuna doyunca
Arafat'tan ayrılmıştınız.
Siz ne ince ruhlu, ne asil
soylu, ne güzel insandınız Efendim?
''Doğrusu dünya hayatı oyun ve
oyalanmadır'' buyuruyor; Hazret-i Kur'an. Biz bu 'oyun ve oyalanmanın kural ve
işlerliğini, incelik ve estetiğini siz Efendimizden öğrendik.
Seyyidim, Efendim; Siz, 1414
Hicrî yılının hazan mevsiminde fâni varlığınızla görüş ufkumuzun dışına
çıktınız, yeni bir dünyaya doğdunuz. Şuna yürekten inanıyorum ki,
ruhaniyyetiniz ve hoş esintiniz hemen daima bizimle olacak. Yazlık mescitteki
dut ağaçlarının altında kıldığımız sabah namazları ile ikindi sonları gene
sizinle yaptığımız hatmeler, 'yalan dünya'nın hoş lezzetleri olarak
belleğimizde daima yaşayacak.
İnsanın, şu dünyadan güzel
hatıralarla dönmesi ne güzel!
Biz seni sevenler, her mevsim Menzil'deyiz:
Bahar gelirken, narçiçekleri açarken, bağ bozumu ve harman zamanı... Senin
üzümünü, aşını, ekmeğini yemeye; dergâhın
çorbasını ve ayranını içmeye
devam edeceğiz. Hiçbir şey yapamaz isek bunları yapacak, hiçbir şey olamaz
isek, gene Menzil'de olacağız. Zira sen bizim 'yol' babamızdın... Seyyidim,
Güzel Efendim, Gül Şeyhim, Sultanım; Vasiyyetin ve devrettiğin miras başımıza
taçtır; zira bizler 'Ehl-i beyt' sevgisini kendimize sermaye bilmişizdir.
Bir Şafak Yürüyüşü'nün şanlı başlatıcısı! Me'va Cennetleri'nden
bize, bu ümmete gülümse. Yüce Rabbim, sizin ve diğer ulu Sadâtların yüksek
sırlarının kudsiyyetini artırsın ve bizleri, şefaatlerinizden mahrum eylemesin.
(Âmin, bihürmet-i Seyyid'il Mürselîn, velhamdülillahi Rabb'il âlemin).
(x) Bkz. Mektûbat-ı Rabbanî, 211, 455 ve 459.
mektuplar.
(xx) Bkz. Buhari ve Müslim,
Tövbe Bahisleri.
Velhasıl, bu güzel duygular eşliğinde gün gelir Şerif
Benekçi kardeşimiz de ebediyete kanatlanır.. Bize ise ‘Allah onu sevdikleriyle
beraber eylesin’ demek düşer.
Vesselam.http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2650/bir-safak-yuruyusu.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder