14 Nisan 2016 Perşembe

HALİFELER NE DEDİ?


HALİFELER NE DEDİ?
 Araştırmacı Yazar:Selim Gürbüzer


Seyda Hz.leri vefat ettiğinde ardından 6 halife bırakmıştı. İşte ardından bıraktığı halifelerle  Feyz dergisinin yaptığı  röportajlara baktığımızda bakalım neler var.  O halde hep birlikte bu dergide çıkan müthiş röportajlara bir göz atalım:

·                    Molla Ahmed Hz.leri
·                    Molla Seyyid Abdulbaki Hz.leri(Dayısı ve halifesi)
·                    Molla Yahya Hz.leri
·                    Molla Muhammed Hz.leri
·                    Molla Abdussamed Hz.leri
·                    Seyyid Yusuf Arvas Hz.leri
                 

       SEYYİD MUHAMMED RAŞİD HZ.LERİ'NİN HALİFESİ
MOLLA AHMED HZ.LERİ: "RESULÜ EKREM'E TAM MUTABAAT EDERDİ"
     
     Elhamdülillahi Rabbül Âlemin essalatü vesselemü ala hayrihi ve halkıhı Muhammedin ve alihi eshabihi ecmain.
       Seyda (k.s) çok büyük bir zattı. O herkes tarafından Menzil mürşidi olarak bilinen âlim bir zattı. Âlem onu öyle tanıyordu. Lakin filhakikat Seyda Hz.'nin (k.s) yaptığı ameller, hareket, sekanetlar Resulü Ekrem (s.a.v)  Hazretlerinin ahlakına benziyordu. Kur'an-ı Kerimin ibaresine benziyordu. Tabii insan orada, onun yanında kalmadığı zaman tam hakkıyla onu tanımıyor. Allah (c.c) lütfu keremiyle, sadatın himmetiyle biz orada, onun yanında çok kaldık. Küçükken hayatımız orada geçti. Ben 1948 doğumluyum. Allah'ın (c.c) lütfu keremiyle onunla ilk karşılaşmamız 1957-58'de nasip oldu. Küçük yaşta 11–12 yaşında Gavsın (k.s) dergâhına gittim. O zaman Sultanımız (k.s) talebeydi. Medresede tahsil görüyordu. Gavsın dergâhında o zaman 30–40 tane talebe vardı. Bu talebeler içerisinde Seyda Hz. (k.s) tek şahıs olarak gözüküyordu. O kadar halim o kadar muttaki, o kadar sükûnetliydi ki, çok harikaydı. Yani insan diyordu ki bu insan değil melektir. Seyda Hz.'nin (k.s.), Resulullah (s.a.v)  Hz.'ne çok mutaabatı vardı. Resulullah'a (s.a.v)  40 yaşındayken risalet gelmişti. Sultanımız (k.s) ona mutabaat yapmış, 40 yaşında halifelik icazetini Gavsımız (k.s) ona vermiştir. Halifelik emri tabi manevi bir emirdir. Bu manevi emir, Cenab-ı Rabbül Âlemin tarafindan, Resulü Ekrem'in ve Sadat-ı Kiram'ın mürşide bildirmesiyle oluyor. Mürşidin haberi oluyor ve bazen o zatın, o halife olan kişinin de haberi oluyor. Yine Sadat-ı Kiram yoluyla veya rüyayı sadıkla haberi oluyor. Sultanımız (k.s.)'a halifelik emri geldiğinde, Gavsımız (k.s) Suriye'de vefat etmiş mürşidinin yani Şeyh Ahmed-el Haznevi'nin (k.s) yanına götürmüş. Tabii Şah-ı Hazne (k.s) o zaman hayatta değil, onun oğlu Şeyh Alaaddin irşad yapıyordu, o zaman hayattaydı. Gavsımız (k.s) demiş ki: "Kurban Seyyid Muhammed Raşid'e böyle emir vardır, Sadatların işaretleri vardır, Resulü Ekrem'in (s.a.v)  işareti vardır, halife olmak için, ben sizin kapınızın dergâhına getirdim. Şah-ı Hazne'nin dergâhına getirdim, onun merkadına getirmişim. Siz bu halifeliği tebliğ edeceksiniz, icazeti vereceksiniz". Şeyh Alaaddin (k.s) demiş ki: "Seydam, (Gavsımız Şeyh Seyyid Abdulhakim (k.s) ona da ders verdiği için Seyda demiştir) senin oğlun Şeyh Muhammed Raşid (k.s) öyle büyük bir evliya, öyle bir erkek, öyle bir Allah dostu ki, burada böyle halifelik vermeyi ben layık görmüyorum. Ancak bunu Resulü Ekrem'in (s.a.v)  yanına götüreceksin, Ravzayı Mutahharanın yanında, orada manen de Resulü Ekrem (s.a.v)  ona tebliğ edecek, zahiri olarak da siz orada vereceksiniz. Ancak öyle layık görüyorum". O zaman Gavsımız (k.s) onun emrini yerine getirmek için Cenab-ı Rabbül Âlemin için, Resulü Ekrem (s.a.v)  hatırı için daha fazla feyz, daha fazla maneviyat vermek için onu aldı götürdü. Medine-i Münevvere'de Resulullah (s.a.v) 'ın, Ravzayı Mutahharanın yanında halifelik tebliğ etti. Bu halifelik almak tam Resulü Ekrem'e (s.a.v)  mutabaat olmuştur. 40 yaşındayken halifelik icazeti almıştı. Ondan sonra irşada başlamıştır. Bilindiği gibi Resulü Ekrem'e (s.a.v)  40 yaşındayken risalet gelmiş ve risalet irşadına başlamıştır. İkincisi Sultanımız (k.s.), Resulü Ekrem'e mutabaat yapmıştır. Hicreti, aynı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) hicreti, Kasrik'ten Menzil' e hicret etti. Yine İslamiyet için, bu tarikatı yaymak için, İslamiyeti yaymak için tam Türkiye'nin ortasında bütün Müslümanlar her taraftan gelsinler menfaat alsınlar diye o niyetle (niyeti Allah (c.c) rızası için yaptı) oraya gitti. Adıyaman Kâhta ilçesi Menzil köyünü seçti ve orada para ile köy aldı. Orada ev yaptılar. Tabii bazı şeyler de oldu. Akrabalar da komşular da eziyet verdiler. Münkirler de eziyet verdi. Aynı Resulü Ekrem'e (s.a.v.) mutabaat olarak nasıl akrabaları, müşrikler eziyet verdiği gibi. Resulullah (s.a.v.) Cenab-ı Rabbül âleminin emriyle hicret etti. Menzil'in eski ismi de menzil’di... Sonra Sultanımız (k.s) Menzil ismini Buhara olarak değiştirdi. Resulü Ekrem (s.a.v.) Mekke'yi Mükerreme'den hicret edip, Medine'ye gittiği zaman; Medine'nin ismi Yesrib'di. Resulü Ekrem (s.a.v.) bu ismi Medine-i Münevvere olarak değiştirdi. Sultanımızın (k.s) Menzil ismini Buhara olarak değiştirmesi Resulü Ekrem'e (s.a.v.) mutabaattı. Sultanımızın üçüncü mutabaatı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) 63 yıl yaşaması iledir. Sultanımız da O'nun gibi 63 yıl yaşadı. Hatta Sultanımız vefatından bir gün evvel, Allah-u Âlem, dayımız Seyyid Hacı Nureddin'e sordu; "Resulü Ekrem'in (s.a.v.) yaşına girdim, tamam oldu. Ben yaşımın Resulü Ekrem'in (s.a.v.) yaşını geçsin istemiyorum" dedi. O akşamın ertesi günü, cuma günü, Sultanımız vefat etti.
        Resulü Ekrem'e (s.a.v.) başka bir mutabaatı, Cenab-ı Rabbül Âlemin öyle lütfu ihsan etmiş ki nasıl Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün âleme inen rahmetti. Cenab-ı Rabbül Âlemin O'nun hakkında Kur'an-ı Kerim'de şöyle emretmiştir: Estauzubillah "Vema erselnake illa rahmetellil âlemin" Sadece bizim âlemimize değil, Ey benim Habibim, seni bütün âlemlere rahmet olarak gönderdim. Çok âlem vardır. Binlerce âlem vardır. Âlemi insan vardır, âlemi kübra var, âlemi hayvan var, çeşit çeşit cemadat var, kâfir bir âlemdir, müslüman bir âlemdir. Resulü Ekrem (s.a.v.) herkese rahmetti. Herkes Resulü Ekrem'den (s.a.v.) menfaat almıştır. Canlı cansız, müslüman kâfir herkes menfaat almıştır. Resulü Ekrem (s.a.v.) meşrebi âmdır (umumidir). Lakin başka peygamberler bir memlekete, bir kavme, bir köye gelmiş, bir şehre, bir eve gelmiş, kendi nefsine peygamber olmuş. Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün âleme Peygamber olmuştur. Şimdi mürşid de öyle. Çeşit çeşit, sayılamayacak kadar evliyalar, mürşidler, âlimler gelmişler, halife olmuşlar, irşad sahibi olmuşlar. Herkes kendi çevresine göre, kendi evini, kendi köyünü, kendi memleketini irşad yapmışlar. Tabi dereceleri Cenab-ı Rabbül Âleminin yanında, kimse bilmiyor hangisi daha büyüktü.
          Diyelim ki misal olarak Gavs Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (k.s) büyük bir zat idi, çok acayip keramet sahibiydi, çok takva idi. O nereliymiş, Hizanlı. Hizan Bitlis'e bağlıdır. İkincisi Seydayi Tahi (k.s) (Şeyh Abdurrahmanı Tahi) ariflerdendi, çok büyük bir zatdı, o da oraya bağlıydı, yine Hizan'a, Gavs'a bağlıydı, O da Bitlis'e. Üçüncüsü Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s.), o da çok büyük zat, o da oraya bağlıydı. Hazret (k.s) da aynı öyle, bu dört şahıs büyük zatlar büyük mürşidler. Bunlar bir memleketi tamam ve ihya etmişler, çok geniş bir kesime hitap etmişlerdir.
        Cenab-ı Rabbül Âlemin, hidayet yetkisini bu zatlara o kadar çok vermiştir. Seyda Hz.'ne (k.s) gelince; Resulü Ekrem'in (s.a.v.) irşadı âmdı (umumi), bizim Sultanımızın (k.s) irşadı âmdı (umumi). Kendi memleketi değil, kendi çevresi değil, kendi devleti değil, bütün dünyanın devletlerine onun irşadı amildi. Herkes ondan menfaat buldu. Şimdi sen kime sorarsan sor, ister askeriyeye, ister emniyete, ister sivile, ister kâfire istersen Müslümana sorduğun zaman Adıyaman'daki zatı herkes tanıyor, herkes işitmiş herkes tanıyor. Herkes ondan menfaat almıştır. Sultanımız irşadında da Resulü Ekrem'e (s.a.v.) mutabaat yapmıştır. Resulü Ekrem'in (s.a.v.) ahlakı çok halim, Sultanımız da çok halimdi. Resulü Ekrem (s.a.v.) çok çalışkandı, Sultanımız da çok çalışkandı. Hiç durmadan çalışıyordu. Tedrisat zamanı tedrisat yapıyordu, sohbet zamanı sohbet yapıyordu, irşad zamanı irşad yapıyordu, hatme zamanı hatme yapıyordu, okumak zamanı Kur'an-ı Kerim okuyordu. Ondan sonra ek işlerle uğraşıyordu, dergâh işleriyle uğraşıyordu. Evi de temizliyordu. Resulü Ekrem (s.a.v.) nasıl ki kendi evini, kendi odasını süpürmüş, temizlemiş yatağını kaldırmış, Sultanımız da aynen öyle. Hiçbir zaman bu iş, kadın işidir, bu iş çocuk işidir, işçinin işidir demiyor her işe koşuyordu. Camiden çıktığı zaman, değirmen nasıl çalışıyor, fırın nasıl çalışıyor, hayvanların yemi nasıldır, hayvanlara işçiler nasıl bakıyorlar, harman nasıl oldu, buğday nasıl oldu, mercimek nasıl oldu, bütün bu işleri önce kendisi yaparak gösteriyor ve işlerin yapılmasını sağlıyordu. Sultanımızın (k.s) gerek dünya işlerinde, gerek ahiret işlerinde niyeti sırf Allah (c.c) rızası idi. Sofilere de böyle emretti. Dedi ki, "Ben akıl baliğ olduktan bugüne kadar ne iş yapmışsam dünya ve ahiret niyetim Allah (c.c) rızası idi". Onun için bizim Sultanımızı methetme bitmiyor. O çok harikaydı. Resulü Ekrem'e (s.a.v.) çok mutabaat yapmıştı, eli çok rahmetli, çok şefkatliydi.
    Kimsesizlere, yetimlere çok düşkündü, çok seviyordu, çok yardımcı oluyordu. Bilhusus akrabalara, çok sahip çıkıyordu. Herkesin ihtiyacına göre veriyordu. Buğday zamanı, akrabaları, komşuları, fakirleri çağırıyordu, soruyordu, "senin ihtiyacın ne kadardır? Sana ne kadar buğday lazım?" Onlar diyorlardı "Kurban 20 teneke lazım". O diyordu "al sana 20 teneke götür." Senin ne kadar yiyeceğin var?" derdi. Bunlarla Resulullah'a (s.a.v.) mutabaat yapıyordu. Onun yanına âlimler, şeyhler geliyorlardı. Onlara çok kıymet veriyordu. Onlara çok muhabbet yapıyordu. Onlara diyor ki; "Gayemiz Allah (c.c) rızası için olsun. Daima insan hizmet yapacak." Hatta böyle bir gün âlimler, şeyhler geldiler, Seydamız (k.s) dedi ki: " Resulü Ekrem (s.a.v.) şöyle söylemiş hadisi şerifte 'Küllüküm rain küllüküm mesulin' hepiniz çobansınız, hepiniz kendi sürünüzden mesulsünüz. Ümmeti Muhammed için çok çalışmak lazım. Her ne kadar hidayet veren Cenab-ı Rabbül Âlemin ise de; herkes çalışmak mecburiyetinde. Çalışacak ki Resulü Ekrem (s.a.v.)'in huzurunda perişan olmasın. Gavsı Hizani (k.s) zamanında bir sofi varmış ismi Ali. Ali devamlı bal çalarmış. Herkes demiş ki sen bu balı nereden getiriyorsun, elalemin malını niye yiyorsun, sen Allah'tan (c.c) korkmuyor musun? O zaman Ali gitmiş, oturmuş, düşünmüş. Demiş ki bu millet haklıdır. Ben kendime bir petek, bir arı alacağım evime bırakacağım, herkes bilsin bizim peteğimiz, arımız vardır, ondan sonra bol bol bal çalarım ve soranlara diyeceğim ki, 'bak benim arım var, peteğim var'. Ondan sonra Ali gitmiş, kendine arı, petek almış gelmiş, evine bırakmış. Arıya demiş ki; 'Ey arı, vız vız senden, bal benden.' Seyda Hz. dedi ki 'hocalar, âlimler size de vız vız lazımdır. Siz vız vız yapın Cenab-ı Rabbül Âlemin bal gönderecek. Bal nerede olacak, bal nereden gelecek siz düşünmeyin. Siz yeter ki vız vız yapın". Seydamıza (k.s) birgün şöyle soruldu; "Kurban bazı âlimler vardır, bazı şeyhler vardır birbirini sevmiyorlar, birbirine haset yapıyorlar, niye böyle oluyor?". Seyda Hz. dedi ki: "Ben de acaip karşılıyorum. Hâlbuki mürşidi kâmil öyle olacak, hakiki âlim öyle olacak ki, isteyecek ki böyle on tane yirmi tane mürşid olsun. Hz. Muhammed (s.a.v.) ümmetine hizmet yapsınlar. Ben diyorum ki iki mürşid bir yerde bir memlekette birbirini sevmediği zaman demek ki onların yaptığı iş hakikat değildir. Hakikat olsa birbirlerine çok yardımcı olacaklar. Birbirine çok muhabbetli olacaklar, birbirini çok sevecekler. Zaten bu İslamiyetin adabıdır. Şayet bir âlim Resulü Ekrem'in (s.a.v.) varisi ise, mürşidi kâmil ise, daha daha birbirine yardımcı olacaklar ki, bu dine hizmet olsun diye."
       Sultanımız (k.s) kendini hiç görmüyordu. Demiyordu ben şeyhim, ben âlimim, ben mürşidim, bu kadar âlim gelmiş benim dergâhıma. Anamız bir gün sordu; "Kurban olayım Seydam ne yaptın, kıyamet koptu, bizim oturacak, yemek yiyecek, yatacak yerimiz kalmadı, her taraf misafir doldu, hiç bir yer kalmadı, ne dışarıda, ne içeride, bu nasıl olacak?". Seyda Hz. dedi ki "Hani ne olmuş, ne oldu". Annemiz dedi "Kurban daha ne olacak?". Seyda Hz. dedi ki "Bana ne, ben ne yapmışım, ben çağırmıyorum. Bunlar Gavs (k.s) hatırı için, babamın markadının hatırı için geliyorlar, benim için gelmiyorlar. Kimse beni sevmiyor, benim için de değil, bende birşey yoktur." Kendinde hiçbir şey görmüyordu. Bazen analarımız diyorlardı. "Kurban olayım hoş cübbeler vardır, hoş taç vardır, sargı vardır, Sultanımız giysin, millet onu güzel görsün." Seyda Hz. diyor ki; "Şeyhlik sargıyla, cübbeyle olmuyor, elbiseyle olmuyor." Kendini hiç görmüyordu, kendini sofi olarak, âlim olarak da görmüyordu, çok muazzamdı. Seydamızın (k.s) ahlakı tam Resulü Ekrem (s.a.v.) ahlakı idi. Herkese cevap verirdi, binlerce millet soru sorar, herkese cevap verirdi. Hiç kimsenin kalbini kırmadı, aciz olmadı, herkese de kulak veriyordu, herkesin sözünü dinliyordu. Herkesin aklına ve anlayışına göre cevap veriyordu. Burada Resulü Ekrem'e (s.a.v.) mutabaat yapıyordu. Devamlı evine, çoluk çocuğuna, ehline, akrabalarına, cemaatine vasiyette bulunuyordu: "Hiçbir zaman haktan ayrılmayın, takva olun, emri marufu yerine getirin, nehyi münkere de mani olun". Derdi ki: "Eğer bir insanın bütün dünya malı olsa, emri marufa uygun olmazsa hiç kıymeti yok, illa emri maruf. Ne yapıyorsanız emri maruftan çıkmayacaksınız, münkerlerden de kaçacaksınız. Öyle olmazsa fayda olmaz. İnsan ne kadar büyük olsa ne kadar âlim olsa, ne kadar mürşid olsa eğer emri marufa uygun olmazsa faydası yok." Hatta birgün Sultanımız (k.s.): "Bir insan gaybı bilse kıymeti yoktur. Hâşâ şeytan da gaybı biliyor. Bir insan havada uçsa, kerameti o kadar çok olsa, bütün memleketlerde gezse, yine kıymeti yoktur, illa şeriati garraya uygun olacak, illa emri marufa uygun olacak, kuş da havada uçuyor ama kıymeti yoktur. Hatta ki suda geziyor, yine hiç bir zarar görmüyor, onun da kıymeti yoktur. Balık gece gündüz sudadır, hiçbir zarar da olmuyor. İlla insan şeriatı garraya uygun olacak, hareketleri, hep halleri, takvaları tüm şeriatı garraya uygun olsa o zaman insan bilecek ki bu ehildir, layıkdır, bu hakkıyla evliyadır. Öyle olmasa keramet ile havada uçmayla, suda gezmekle bu Allah'ın dostudur veya bunun büyük kerameti vardır denilemez. En büyük keramet şeriati garraya uygun olmaktır."
        Gavsımız (k.s) çok büyük bir zattı, çok âlimdi. Gavsımız (k.s) Sultanımızı (k.s) çok seviyordu, tabii baba olarak çok şefkatli, çok merhametliydi. Sultanımız (k.s) evlat olarak onun karşısında hiç bir gün görmedik ki edebini bozmuş olsun. Gavs (k.s) hayatında herşeyi Seydamıza (k.s) bıraktı. Gavsımız (k.s) darul fenadan darul beka olmadan dört sene evvel Seydamıza halifelik verdi. Sultanımız (k.s) onun hayatında irşada başladı, herşeyi onun eline verdi, yani birçok nadir mürşidlerin zamanında çok nadir olaylardan biridir bu. Bu harika bir şeydir. Bu sadece Sultanımıza (k.s) mahsustu. Yani onun babası, mürşidi hayattaydı, aynı evde, aynı köyde, aynı dergâhta irşadı onun eline verdi, dört yıl önce halifelik verdi, ona icazet verdi ve ona irşad emri verdi, irşad yaptı, teveccüh yaptı, alanen. Hatta bir gün Menzil'e geldiği zaman tabii Gavsımız (k.s) hayattaydı ben onun yanında okuyordum. Ben zahiri ilmi Gavsımızın yanında okudum. 1957-58'de başladık, 1970'e kadar Gavs (k.s) yanında kaldık, okuduk, tedrisat gördük. Menzil camisi bazı sofiler tarafından yapılıyordu bazı mühendisler, müteahhitler, inşaatçılar Gavsımıza (k.s) dediler ki: "Kurban biz projeyi yapacağız, malzemeyi getireceğiz, camiyi biz yapacağız". Gavs (k.s) "Peki" dedi. Kendilerine süre tanıdılar zaman bıraktılar. O süre içerisinde onlar gelmediler. Sultanımız (k.s) geldi, ben de orada hazırdım, dedi ki "Kurban, Ankara'dan gelecekler gelmediler. Öyleyse camimizi biz yapalım, zaman geçti."
       Sofiler camisiz idare etmiyorlar. Yani Menzil'e geldiklerinde cami yoktu, küçük bir mescid vardı. Dedi, peki başlayın! Başladılar. Bir kaç tane usta, 6–7 tane işçi çalışıyordu. Sultanımız (k.s) onların başında, Allah-u âlem temeli bir veya bir buçuk metre taş yapmışlardı. Baktım sonra müteahhitler geldiler, büyük iki araba da kereste ve demir doluydu. O inşaatçiler gelince "kurban niye bizi beklemediniz?" Seyyid Muhammed Raşid öyle istedi dediler. Neyse, gittiler ölçtüler. Dediler ki, bu proje olmadı, bu camiyi yıkacağız, tekrar kendimize göre yapacağız. Gavs (k.s) "Siz bilirsiniz" dedi. Onlar gittiler. Temelin üzerinde iken Sultanımız (k.s) "kurban siz ne emrediyorsunuz, şimdi bunlar kabul etmiyor. Bunlar diyor ki bu cami büyük olmuş. Bence bu cami Gavsa (k.s) ancak kâfi gelir. Bu cami küçük olur" dedi. Gavs Hz. (k.s) Muhammed Raşid'e (k.s) "siz bilirsiniz. Siz kendi dediğinizi yapın." O da gitti. ( Allah (c.c) rahmet etsin) Hacı Ömer diyorlar, Batmanlı Ömer Usta geldi. O da taşaronluk yapıyordu. Gavs Hz. 'ne dedi "kurban, bu inşaatçıların dediğini mi yapalım. Onlara siz bilirsiniz, dediniz. Bir de Seyyid Muhammed Raşid'e (k.s.), siz bilirsiniz dediniz. Bu inşaat nasıl olacak?". Gel sana söyleyeyim, dedi. "Türkiye değil bütün dünyanın mühendisleri müteahhitleri biraraya gelse Raşid gibi bilmiyor. Cenab-ı Rabbül âlemin öyle bir kâmil akıl vermiş, öyle bir bilgi vermiş ki, onun ki gibi kimse de yok. Onun dediği olacak. Evet, bu cami ancak bana kâfi gelecek. Benim zamanım geçtikten sonra onun zamanında bu cami kâfi gelmez, Muhammed Raşid isterse bu tarafta bahçe tarafını da ilave edebilir. İsterse güney tarafından ilave edebilir. İsterse doğu tarafından ilave edebilir." Gavs (k.s) bunu söylediği zaman Sultanımız orada değildi. Tabii o cami Gavsa (k.s) kâfi geldi. Gavs'tan (k.s) sonra Sultanımız (k.s) Gavsımızın (k.s) işaret ettiği gibi duymadığı halde doğu tarafından, güney tarafından, camiye ilave yaptı. Bu gördüğünüz cami Gavs'ın (k.s) işaret ettiği gibi Seydamıza (k.s) kâfi gelmedi, tabii. Şimdiye kadar yine devam etmişler ilave etmeye, Şeyh Seyyid Abdulbaki (k.s) zamanında da. Büyük keramet; odur ki Resulü Ekrem'in (s.a.v.) sünneti seniyyesine çok uygun hareket ediyordu. Hem evinde, hem dışarıda, hem misafirlere hem de işçilere karşı.
     Seyda'nın (k.s) sofilerine tabii büyük vazife düşüyor. Sofiler kendilerinin ahlaklarını çok hoş edecekler. Mademki Sultanımızın (k.s.), mürşidimizin ahlakı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) ahlakı idi. Herşey; İslama uygundu. Demek ki onun elinden tutan, onun yanında biat eden, ahlakı onun gibi ahlaklı olacak. Resulü Ekrem (s.a.v.) diyor ki: "Müslümanlar ahlaka bakıyor". Bir müslümanın ahlakı uygun oldu mu, herşey uygun oluyor. Ahlak çok mühim, ahlak çok mühim, mademki mürşidimizin, Sultanımız'ın (k.s) ahlakı çok hoştu, İslamiyete göreydi, bizim ahlakımız da bütün sofilerin ahlakı da çok hoş olacak. Bu büyük bir vazifedir, çok güzel ahlaklı olmak için sünneti seniyeye uyacaklar. Yani hiçbir zaman hakaretli, zulümlü olmayacaklar, haramlara yanaşmayacaklar. Emri marufa uygun olacaklar. İşte mürşidi kâmilin büyüklüğü o zaman belli oluyor. Bu sofidir veya sofi değildir, ne zaman belli oluyor? Güzel ahlakta ve sünneti seniyyeye uyma da belli oluyor. Zaten bizim mürşidimizin, Sultanımızın (k.s) daima vasiyeti öyleydi. Sofi odur ki ahlakı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) ahlakına benzeyecek, ahlakı tam İslamiyete uygun olacak ve sadık olacak, ihlâslı olacak ve çalışkan olacak. Tertemiz olacak, hem zahiri hem manevi. Zahiri öyle temiz olacak ki hiç necis birşey olmayacak Haksız kazanca, günaha, harama yanaşmayacaklar. Bunlar zahirde olacak. Bir de içinden kalbi tertemiz olacak, haset, kibir, nefis, ucub içinde hiç bir şey bırakmayacak. Bu İslamiyet ahlakıdır. Bir insan, sofiliğe kast ederse buna mecbur olacaktır. Nasıl zahiri tertemiz olacak, bir de içi tertemiz olacak. Hatta kibir, ucub, riya, nefs diye hiç bir şey kalmayacak. Öyle olmazsa insanın maneviyatı artmıyor, yani zahiri olarak insan ibadetle Allah'a (c.c.), Allah'ın (c.c) rızasına yetişmiyor. İnsan illa ahlaken tertemiz olacak. Nasıl Cenab-ı Rabbül Âlemin Resulü Ekrem'e (s.a.v.) emretmiş; "Sen kendini tâhir et, elbiseni de tahir et", ayetini bazı müfessirler Allah'ın (c.c) lütfu keremiyle mürşidi kâmilin yanında tövbe ettiği için, ahlakını sünneti seniyeye uygun hale getirmek için hem içini tertemiz edecektir hem de zahirini temiz edecektir. Yani, hasetten, kibirden. Ve öyle olacak ki kimseye muhtaç olmayacak, çalışkan olacak, cesaretli olacak ve ticarette, memuriyette her ne olursa olsun sadık olacak, ihlâslı olacak, zahir olarak da çalışacak, kalbinden de, manen Allah'tan (c.c) rızkı isteyecek, bilecek ki bu iş Allah (c.c) 'ın emridir. Allah (c.c.)'ın emriyle yapıyorum ve Cenab-ı Rabbül Âlemin o sebeple bana helal rızk verecek. Razıkı mutlaka Allah'tır (c.c.).
          Biz öyle istiyoruz ki, tabi mürşidimiz öyle emrediyordu. Bir insan Allah (c.c.)'ın lütfu keremiyle biat ettiği zaman ahlakını güzelleştirecek, düzgün olacak, sünneti seniyyeye uygun hareket edecek, kendi ailesiyle, çoluk çocuğuna iyi davranacak, onlara helal rızk kazanacak, helal yedirecek ve ilk olarak din adabını, din emri neyse onları anlatacak. Namaz nasıl kılınır, abdest, gusül nasıl alınır, ahlak nasıl olacak, Resulü Ekrem (s.a.v.) kimdir, nerede doğmuş, nerede vefat etmiş, sünneti seniyyeler nelerdir onları anlatacak. Ailesinden, evlatlarından hiç bir gayri meşru hareket olmaması için gayret sarfedecek ki, o zaman onun tövbesi kabul olmuş anlaşılacak. Onun mürşidi, onu kendine kabul etmiş ve defterine yazmış, kaydetmiş demektir. Eğer bir insan tövbe ettikten sonra aynı eski hareketleri yaparsa, o şahıs demek ki tövbeyi hakiki yapmamıştır. İnsan tövbe ettikten sonra, önceden tam sünneti seniyyeye uygunken tövbe ettikten sonra daha fazla dikkat ederse bu alamettir ki tövbesi kabul edilmiştir. Eğer önceden hiç bir yaşantısı yokken, düzelip yaşarsa tabii o daha iyidir. Fakat yok aynı eski adamsa, lazım ki bir daha tövbe edecektir, bir daha biat edecektir, mürşidine halini bildirecektir. Efendim, ben tövbe ettim, sekiz şartı yerine getirdim. Bana verdiğin adap talimatını yerine getiriyorum ama artık olmuyor, benim muhabbetim Allah'a (c.c) çok fazla olmuyor, ne yapayım? O zaman mürşidi onun durumuna göre muamele yapacak. Hatta Seydamız (k s.) Gavs (k.s.)'tan sonra irşada başladığı zaman dedi ki; "Ey millet, eğer siz benim yanıma Allah (c.c) rızası için geliyorsanız gelin, yoksa seyyid olduğum için, âlim olduğum için, Gavs'ın (k.s) oğlu olduğum için benim yanıma gelmeyin, eğer siz o niyetle gelirseniz ben kıyamet gününde Resulü Ekrem'in (s.a.v.) huzurunda sizden davacı olacağım. Niyetinizi Allah (c.c) rızası için yapın, öyle gelin. Geldiğiniz zaman, tövbe ettikten sonra eğer ki bu dergâhta menfaat görmediyseniz başka mürşide gidin. Belki Cenab-ı Rabbül Âlemin size hidayeti burada vermemiştir. Eğer burada hidayetiniz olmadığı takdirde siz başka yere gitmezseniz yine kıyamet günü ben sizden davacı olacağım". Sultanımız (k.s) insan, niyetini Allah (c.c) rızası için yapmalı diyor. Bakın Resulü Ekrem (s.a.v.) "El muhubbi lillah vel buğzu lillah" diyor yani muhabbeti de Allah (c.c) rızası için, buğzu da Allah (c.c) rızası için yapacaksın.
       İnsan önceden ibadet yapıyor, beş vakit namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekât veriyor, hacca da gidiyorken, mürşidi kâmilin yanına gittiği zaman amelleri de maneviyatı da artacaktır. Kalbinde gaflet bırakmayacak, malında haram varsa o haramı çıkartacak, hukuk varsa üzerinde bırakmayacak, küsmüşse barışacak, aldığı malı iade edecek, velhasıl sünneti seniyyeye uygun olacak. Sultanımız (k.s) diyordu ki; bizim ibadetimiz bittikten sonra, zikirlerimiz, evradlarımız bittikten sonra biz ne yapacağız, ne yapmak gerekli denildiği zaman devamlı dilinizi damağınıza yapıştıracaksınız, Allah Allah diyeceksiniz, Allah (c.c) zikri yapacaksınız, derdi. İnsan mürşidi kâmile bağlandı mı, ehli tasavvuf oldu mu gece ibadeti yapacak, o zaman sünneti seniyyeye uygun olur. Gece ibadeti Resulü Ekrem'e (s.a.v.) vacibdi. Onun için ona mutabaat etmek için gece ibadeti yapacaksın, bu ekseriyetle böyleydi. Hatta Sultanımızın (k.s) âdetiydi, geceyi üçe ayırırdı. Bir kısmında, tövbe veriyordu, sohbet yapıyordu, bir kısmında yatıyordu, üçüncü bölümünde ibadete kalkıyordu. Devamlı Sultanımız ibadete kalkıyordu. Eğer insanın maneviyatı artarsa gece ibadetinden ayrı kalmaz, gece ibadeti yapar ve çok sadık olur, dilinde sadık olur, ibadetinde ihlâs olur, yaptığı ibadeti böyle halis olunca Allah razı olur.



Şeyh Seyyid Muhammed Raşid (k.s) Hz.leri'nin Halifelerinden MOLLA AHMET HZ.LERİ İLE MÜLAKAT

      Efendim, tasavvuftan gaye nedir?
      MOLLA AHMET HZ.LERİ: Tasavvufun gayesi beş şeydir:
   1. (Takvallah) yani Allah'a (c.c.), açık olsun, gizli olsun takva olmak, muttaki olmak. Şeriatta istikamet üzere olmak ve hakiki manada Allah (c.c) korkusunu kalbe yerleştirmek.
   2. (İttiba-i Sünnet), yani kişinin her söz ve hareketinde sünnet-i seniyyeye tabi olması. Ahlakını Hz. Resulullah (s.a.v.) ın ahlakına benzetmesi.
    3. (El irad), yani kişinin sabır ve tevekkül ehli olması, bütün mahlûkattan kendini muhafaza etmesi.
    4. (Er rıda), Allah'ın (c.c) verdiğine rıza göstermek, kanaatkâr olmak ve Allah'a (c.c) tam teslim olmak.
    5. (Er rücu), kişinin zararlı ve faydalı şeylerden vazgeçip, Allah'a (c.c) dönmesi. Allah' a (c.c) her halükarda çok şükretmesi, şakir olması...
      Tasavvuf, nefsin ahvalini necis ya da tahir, iyi ya da kötü şeklinde, kendisiyle bildiği batıni bir ilimdir. Bu ilmin neticesi Allah'a (c.c) varmaktır ve bu yönüyle en büyük ilimlerdendir. Bu ilim, Allah'ın (c.c.), Resulüne vahiy yoluyla indirdiği bir ilimdir. Tasavvuf, bütün din ve şeriatlerin ruhu olmuştur. Tasavvuf üç şeyden oluşur. 1.Şeriat, 2. Tarikat, 3. Hakikat.
        Şeriat; Allah'ın (c.c) Resulüne (s.a.v.) indirdiği ahkâmdır. Tarikat, sünnet-i seniyyeye göre amel etmektir. Hakikat, kişinin nefsini ahlakı rezailden kurtarıp, rıza sıfatıyla donatmasıdır. Salih amellerin tesiri altına girmesi ve hayırlı işleri kendine kolaylaştırması, insan; bu şeriatı, tarikatı, hakikatı hakkıyla yaşayınca, adeta insan suretine bürünmüş melek gibidir. Ahiretin yolu, bu üç şeyi birleştirmekten geçer. Şeriatsiz hakikat olmaz, batıldır. Hakikatsiz şeriat ise faydasızdır. Şeriat, kişinin maksadına ulaşması için lazım olan bir vapura benzetilmiştir. Tarikat ise, içinde hakikat cevheri olan bir deryaya benzetilmiştir. Bu cevhere ulaşmak isteyen, şeriat gemisine binmek zorundadır.
         Efendim, bazıları rabıtayı inkâr ediyor. Bu konuda neler söylersiniz?
      MOLLA AHMET HZ.LERİ: Rabıta, Kur'an, Sünnet ve İmamların kavliyle sabittir. Kur'an-ı Kerim'de "Sizi Allah'a yaklaştıracak vesileler arayın." (Maide 35). Buradaki vasıta (vesile) kelimesi umum ifade eder. En güzel vasıta, rabıta ile olur. Çünkü vasıta, ya Peygamber (s.a.v.) ya da O'nun varisleridir. Kur'an-ı Kerim'de yine, "De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, bağışlayan, esirgeyendir." (Al-i İmran 31). Bazı âlimler Rabıtaya, Allah'ın (c.c.), "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve Sadıklarla beraber olun." (Tevbe 119) buyruğunu delil göstermişler. Sadatlardan Şeyh Abdullah El Ahrari (k.s.); "Sadıklarla beraber olmak ya manen ya da zahiri olur. Zahiren birliktelik sohbet, manen birliktelik ise rabıta ile olur." şeklinde tefsir etmiştir. Sünnette ise, Buhari'nin rivayet ettiği, -seyyidimiz Hz. Ebubekir'in; "Ya Resulullah, her yerde hatta helâda bile, senin ruhaniyetin benden ayrılmıyor. Bundan hayâ ediyorum" diyerek durumunu şikâyet etmesi- işte bu ruhaniyet, rabıtadır.
     İmamların kavline gelince; İmam-ı Şarani Arifibillah, "Nefahat" adlı eserinde, müridlerin kalbinin fethi için gerekli olan 20 adaptan bahseder. Bunların dördüncüsünde de, "zikre başlarken kalbiyle, şeyhin himmetinden istimdat beklemek, şeyhinden medet istemek; gerçekte Resulullah'tan (s.a.v.) istimdad dilenmektir. Çünkü mürşid, onunla Peygamber (s.a.v.) arasında bir vasıtadır." der. Yedinci adapta ise, her iki gözün arasında, şeyhin suretini tasavvur etmektir der. Bu da rabıtadır.
       Rabıta, Allah'a yaklaşmakta başlı başına bir yoldur. Kalbi, fenafillâh olan şeyhe bağlamaktır. Faydası ise, huzurunda şeyhinden aldığı feyzi, gıyabında da almaktır.
         Efendim, Muhammed Raşid (k.s) Hz.lerinin ahlakı, hizmeti, irşadı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
        MOLLA AHMET HZ.LERİ: Sultanımız Esseyyid Muhammed Raşid (k.s) Hz. nin ahlakı, Hz. Resulullah'ın (s.a.v.) ahlakına tıpatıp benziyordu. O'nun ahlakı, Kur'an ahlakıydı. Yaptığı her hareketi, duruşu, yürüyüşü her şeyi sünnete uygundu. Mübareğin (k.s.), sıfatları sadık, doğru, cesaretli ve hem zahiri hem de manevi yönden ileri görüşlüydü. Tatmin ehliydi, çok kanaatkâr, çok cömert, misafirperver idi, çok hizmetkâr idi. Hem kendinin hem ailesinin ve misafirlerinin hizmetini kendi görürdü. Çok zakirdi, devamlı zikrederdi. Lüzumsuz konuşmuyordu, çok adildi. Kendisi hiç adaletten ayrılmadığı gibi, başkasının da adaletten ayrılmasını istemiyordu. Ben küçükken, talebeyken, O'na yardımcı olmak için, beraber bir köye gittik. Çıktığımız zaman beni çağırdı. "- Gel talebe, pazarlığımızı burada yapalım, üç saatlik yolumuz var, bir de hayvanımız var. İkimiz birlikte binersek hayvana zulüm olur. Bineğe sırayla binelim. Bunu da kura ile belirleyelim" dedi. Kura bana çıkınca illa, " -Sen önce bineceksin" dedi. Ben; "- Kurban, hakkımı sana hibe ediyorum" dedim. O, bir müddet bindikten sonra indi ve "-Gel, sıra senindir" dedi. Üç kez böyle değiştik. Bu da O'nun, çok adaletli oluşuna delalet etmektedir. Yolda yemeğe beni de davet ediyor, yarısını bana veriyordu. Hâlbuki ben O'na hizmet etmek için yanında bulunuyordum.
         Efendim, Muhammed Raşid Hz.lerin'den hilafet almanızdan, yani o hatıranızdan bahseder misiniz?
       MOLLA AHMET HZ.LERİ: Hilafet, Allah'tan (c.c) gelen bir lütuftur. Allah (c.c.), Mürşid ve Halife arasında bir sırdır. Bunu açıklamak doğru değildir.
      Muhammed Raşid (k.s) Hz.leri en çok hangi konular üzerinde dururdu ve ne gibi nasihatlerde bulunurdu?
        MOLLA AHMET HZ.LERİ: Sünnete uymayı, güzel ahlakı ve salih ameli tavsiye ederdi.
       Efendim Seyda Hz.'lerini nasıl ve ne zaman tanıdınız?
    MOLLA AHMET HZ.LERİ: Seyda Hz.'lerini ben 1956'da tanıdım. İlk tanışıklığımız o zamandan başlar.
     Efendim o zaman Seyda Hz.'lerinin gençlik yıllarına ve o yıllardaki hallerine şahit olmuşsunuzdur. O yıllar hakkında bizlere biraz bilgi verir misiniz? Hem onun yolundan gitmek isteyen tüm müslüman kardeşlerimize de örnek olur.
        MOLLA AHMET HZ.LERİ: Seyda Hz.'leri çok sakin idi. Halimdi... Sünnet ve şeriata mutabatı da çok fazlaydı.
        Gavs (k.s.)'nin oğlu olduğu halde, Seyyid olduğu halde öyle değilmiş gibi hareket eder, çok fazla hizmet ederdi. Çok ahlaklıydı, onun cömertliğini anlatamam. Çok da merhametliydi.
         Efendim sizler O'nu (k.s) çok iyi tanıyorsunuz. Çünkü damadısınız. Yani evinden birisiniz. Bizlere mübareğin gizemli manevi tasarrufu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
       MOLLA AHMET HZ.LERİ: O'nu nasıl anlatalım, bu zor bir şeydir. Dilimizin döndüğü kadar anlatmaya çalışarak şöyle diyebiliriz ki, maneviyatta çok büyük idi. Zaten maneviyat gücü pek gizli de değildi, irşadından belliydi. Ama nasıl tasarruf ettiği dille izah edilemez akılla da anlaşılamaz. Aslında ben burada misafirim memleketime dönünce yanıma gelirseniz çok daha geniş bir şekilde mübarek hakkında bilgi verebilirim.
         Bir mesajınız var mı?
     MOLLA AHMET HZ.LERİ: Akide ilmini okusunlar. Fıkhi meseleleri okuyup öğrensinler.

             

Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri'nin dayısı ve halifesi
Molla Seyyid Abdulbaki Hz.leri:
"Saygılı, edebli ve merhametli olacak sofi"

        Seyda Hz.leri ile ilk defa ne zaman tanıştınız?
      M. ABDULBAKİ HZ.LERİ: İlk defa Siyanüs köyünden biliyoruz. Orası S. Muhammed Diyauddin Hz.'nin köyüdür. Rusya savaşında Nurşin'den Siyanüs köyüne hicret etmiştir. Orası Veysel Karani Hz.'nin türbesine yakın bir köydür. Dokuz tane gümüş parayı ihtiyaçlarını karşılaması için Abdulhamit Hz. Gavs Hz.'nin dedesine vermiş. İki sene sonra Gavs Hz. Taruni'de 11 sene ikamet etmişti. Seyda Hz. o zaman 3 yaşındaydı. Seyda Hz. 3–7–10 yaşında çok ahlaklı, iyi davranır, arkadaşlarıyla çok iyi geçinir, kimseye hakaret etmez, çok halimdir. Kimseyi de taciz etmezdi. 11 sene sonra Tarun'dan Gavs Hz. Bilvanis köyüne gitti. Bilvanis'te o zaman Gavs Hz. irşad ediyordu. Seyda Hz.'nin yaşı çok küçüktü. Ben (S. Abdulbaki Hz.) Kurtalan kazasına hoca olarak gitmiştim. Seyda Hz. o zaman Dilbe'ye gelmişti. Seyda Hz. benim talebemdir. Ben onun ilk hocasıyım.
           Sarf, Nahiv, Şeriat okuyordu. Ben de Gavs Hz.'nin yanında 8 yıl okudum. Sonra Molla Muhiddin Hz. yanında 3 yıl okudum. 14 yıl sonra Seyda Hz. Dilbe'de okudu. Ne kimseyi rahatsız ediyor, ne de kimsenin hatırını kırıyordu. Çok ahlaklı ve çok hoştu. Bir kaç sene sonra Gavs Hz. Bilvanis'ten Kasrik'e geçti. Kasrik'deyken Gavs Hz. köylere irşada çıkardı. O gittiği zaman da ben Gavs Hz.'nin evine geçerdim. Orada M. Raşid Hz.'ne ders verirdim. Ayrıca yeni gelenlere de Seyda ile birlikte ders verirdik. Günlerimiz devamlı birlikte geçerdi. Beraber yer, içer, oturur, muhabbet ederdik. Gavs Hz. köyden çıkınca bazen (5–10–25) gün dışarıda kalıyor, sonra eve geliyordu. Elhamdülillah 7–8 sene sonra Gadir köyüne göçmüştü. Ben de devamlı oraya gelir giderdim. Birçok ziyaretçileri olurdu. Gelen misafirlere hizmet ederdi. Ne kimseyi taciz ediyor, ne de kimseyi rahatsız ederdi. Çok ahlaklıydı. Bazen de Gavs Hz. M. Raşid Hz.'ne; "Biz ne yapalım. Bu kadar misafir geliyor. Kalabalık oluyor." diye Muhammed Raşid Hz.'ne danışırdı. Bazen de köylerde münakaşa olur, tartışmalar çıkardı. Gavs Hz. onların aralarını bulmak için Muhammed Raşit Hz.'ni görevlendirirdi. Seyyid Muhammed Hz. o köylerin maslahatını yapardı. O kabileleri barıştırıp, geri geliyordu. Köydeki bir şahıs Gavs Hz.'ne çok hakaret yapıyordu. Oradaki ağa da Gavs Hz.'ne "Kurban, onlar size şeriatsızlık yapıyorlar. Müsaade edin biz de bunlara baskın yapalım. " dedi. Ağa böyle deyince Seyda Hz. kabul etmedi. Biz başka bir yere gidelim. Biz hakaret etmeyelim dedi. Gavs Hz. ağaya; "Biz iyililkle milletin geçinmesini istiyoruz. Biz kötülük yapmak istemiyoruz." dedi. Biz başka bir yere gidelim dediler. Oradan Adıyaman Menzil'e göçtüler. Seyda Hz. önce Menzil'e gitti. Orada Menzil'i satın almak için pazarlık etti. Köyü aldı sonra. Gavs Hz.'nin evini oraya götürdüler. Seyda Hz.leri,  Hacı Sıtkı ve birkaç kişi pazarlığa gitmişti. Köyün hepsi için para verip aldılar. Menzil'in ilk sahibi (köyü satan adam) iki sene sonra, köyü tekrar almak için geri geldi. Gavs Hz. kabul etmedi. Seyda Hz.'nin komşuları vardı. Onlar köyün yerlileriydi. Seyda Hz. leri o köyde olduğu için birçok menfaatleri vardı. Sofilere mallarını iki katına satıyorlardı. Böyle olduğu halde Seyda Hz.'ne hakaret ediyorlardı. Belki haberiniz olmuştur. Onu öldürmeye dahi kastettiler. Her türlü hakaret ettiler, ellerine birşey geçmedi. Birşey yapamadılar.
      Efendim, yeri gelmişken mübareğe yapılan suikastten biraz bahseder misiniz?
         MOLLA ABDULBAKİ HZ.LERİ: Seyda Hz. âdeti bayram namazından sonra Gavs Hz.'nin markadına gider, ziyaret eder, sonra eve giderdi. Bu bayram namazından sonra evine gitmedi. Markattan camiye geldi, kalabalık çoktu. Herkes ziyaret ediyordu. Münafık elinin avucuna bir iğne yerleştirmiş, elini de sarmış, yara varmış gibi. Kimse bilmesin diye yapmış. Seyda Hz. gelmiş, herkes ziyaret ederken, elini sürmüş, yukarıdan aşağı sürünce Mübareğin eline takılmamış, sonra Mübareğin eline direkt vurmuştu. Aşağıdan yukarıya doğru vurdu. Seyda Hz. iğne olduğunun farkına varmış, Seyda Hz. "Bana iğne vuran şu adamdır." demiş, orada çok polis varmış. Hemen yakalayıp, tutuklamışlar, kalabalık, adamın üzerine çöküp öldürmek istemiş. Seyyid Fevzeddin o adamı kimse öldürmesin diye hemen alıp kaçırmış. Yoksa o adamı öldüreceklermiş. Eğer öldürselerdi bunun arkasında ne olduğunu kimse bilmeyecekti. Seyyid Fevzeddin onu Kâhta’ya götürmüş. O adama da polisler baskı yapınca o da; ''Biz Menzil'de bir evdeydik, oturduk, plan program yaptık, kararlaştırdık. İlk önce bomba yerleştirmek istedik. O ev sahibi de dedi ki, bu bomba büyüktür, bomba patlarsa bizim evimizi de yıkar. Ama iğne yaparsak sadece kendi ölür diye düşündük'' demiş. Ondan sonra onların tek tek arkadaşları toplandı. Bunu Bekir Mahmut'un oğlu yapmış. ''Hatta bizim yaptığımız getirdiğimiz bomba köprünün altında duruyor'' demiş. Tabii polisler hemen bombayı oradan çıkartıp, etkisiz hale getirmişler.
        Efendim Seyda Hz.leri'nin bir de adaya götürülmesi var. Bunun sebebi nedir? Biraz da bu hadiseden nakleder misiniz?
       MOLLA ABDULBAKİ HZ.LERİ: Seyda Hz.'ni götürmeden önce Menzil'de bir adam vardı. Bu adam da askeri elbise giymiş. Seyda Hz. ''Bu adam sivil giyinsin''  demiş. Gitmeden bir gün önce idi. Gece vaktinde yatsı namazından sonra millete tövbe tarikat vermiş, herkese tövbe istiğfar yaptırmış, evine gitmiş, sonra askeriye köye gelmiş. Herkese demişler ki; ''Hiç kimse köyden çıkmasın'' diye talimat vermişler. Bir yüzbaşı vardı, elinde telsizle iki saat boyunca devamlı olarak konuşuyormuş. ''Durum nasıl gerektiriyorsa ne kadar istersen asker gönderdik'' diye haber geliyor. Seyda Hz.'ne Hacı Sıtkı'nın dükkânından bir çocuk göndermişler. ''Bak ne var, ne yok'' diye. Askerler çocuğa bile izin vermemişler. Seyda Hz.'ni hanımıyla birlikte almışlar. Seyyid Fevzeddin ben de geleceğim dediği halde onu almamışlar, küçük oğlu Seyyid Abdulgani'yi götürmüşler. Üçünü de almışlar. Bir gece bir gündüz Çanakkale'ye yetiştirmişler. Sabaha kadar da köyden kimseyi çıkarmamışlar, kimseyi de içeriye almamışlar. 400 kişi sabaha kadar kimlikleriyle kontrol edildi. Bunların 100 tanesi kadınlardandı. Seyda Hz.'nin Çanakkale'ye çok rahat olarak gittiğini ertesi gün Seyyid Fevzeddin diyor. Seyyid Abdulbaki Hz. aynı Seyda Hz. varmış gibi hizmete devam edip, herkesin ekmeğini ve çorbasını vermiş. Albay bu manzarayı görünce çok hoşuna gitmiş. Bir ay boyunca böyle devam etmiş. Bu arada köye giriş çıkışlar yasak. Oradaki askerler de çorbadan içmişler. Ben de oradaydım, 15 gün sonra Menzil'e yakın bir köye eniştemin yanına gidecektim. Çıkarken askerler kimliğime bakıyor. Bunun soyadı Erol, bu Seyda'nın akrabası diye şüphelendiler. Sonra da salıverdiler. Seyda Hz. için ada, ilk üç ay sıkıntılı olmuş. Adaya da kimseyi almıyorlar. Kimse de adadan dışarı çıkmıyor. Çocuk Seyyid Abdulgani bile dışarıya çıkmıyor. Bazen arasıra izin veriyorlar, o da gayri izinsiz olarak. Evin ihtiyacını götürüp tekrar geliyor. Üç ay sonra Seyyid Abdulgani serbest oldu. Artık istediği zaman girip çıkabiliyor. Orada da bir otel var, otelin sahibi Siirtli. Seyda Hz.'ne oteli tahsis etmişti. Artık Seyda Hz. otelde kalıyordu. Seyda Hz.'ni ilk ziyarete giden Hacı Sıtkı'yı, gemiye binerken kontrol etmişler. ''Senin soyadın Erol'dur. Sen boşuna karşıya gitme, yani adaya geçme. Seni kesinlikle görüştürmezler. Sen geri git.'' diyorlar. Hacı Sıtkı da başçavuşla münakaşa yapmış. ''Mümkün değil ben illaki gideceğim'' demiş. ''Sen gidip ne yapacaksın'' demiş asker. ''O benim hocamdır. Biz çok aciz olduk, yolu yok ben onu göreceğim'' demiş. Başçavuş da git ama göremezsin demiş. Hacı Sıtkı gitmiş, orada Siirtli Kodeb İsmail var, onun dükkânı var orada. Dükkân da Seyyid Abdulgani ile birlikte oturuyormuş. Orada Hacı Sıtkı'yla birlikte oturmuşlar. Hacı Sıtkı, Seyda Hz. hakkında malumat almış, hatırını sormuş. İhtiyacı olup olmadığını sormuş. Menzil'den haberler vermiş. Konuşurken de başçavuş oradan geçmiş, onları görünce çok kızıp sinirlenmiş. Kan beynine sıçramış. Seyyid Abdulgani hemen oradan kaçmış. Hacı Sıtkı bir gün orada kalmış. Göremeden geri gelmiş. O zaman Seyda Hz. otele geçmemişti. Otele geçince Elhamdülillah rahatladı.
       İkinci defa ziyarete ben, Hacı Sıtkı, Seyyid Muhammed Fettah'la birlikte gittik. Orası biraz kolay ve rahattı. Gemiye binerken oradaki başçavuş H. Sıtkı'yı tanıdı. Onun kimliğini hiç almadı. Benim kimliği de geç bıraktı. Çanakkale'den adaya telefon açtık. Seyyid Saki'de adada bizi taksiyle bekliyordu. Eşyalarımızı arabaya koyduk. Hatta bizi araba birden kaldırmadı. Hacı Sıtkı ben burada kalayım siz gidin dedi. Seyyid Muhammed Fettah kabul etmedi. Siz gidin be burada kalırım dedi. Onu bırakıp biz gittik. Otelin önüne geldiğimizde Seyda Hz.'nin oğlu Seyyid Abdulrakib oynuyordu. Emniyete kadar gittik, kimliklerimizi teslim ettik. Yazı yazdılar, sonra geldik. Seyda Hz.'nin yanına vardık. Seyda Hz. ikindi namazından sonra adettir, Kur'an okur, hiç hatmesini, Kur'anını da bırakmamış. Bizi görünce güldü, tebessüm etti. Biz de daha ikindiyi kılmamıştık. Seyda Hz. ''Siz öbür adaya gidin. Ben okuyayım sonra gelin'' dedi. Yani önce namazı kılın sonra gelin demek istedi. Biz namazı kıldık, Mübarek de Kur'an okudu. Sonra ziyaretimizi yaptık.

          Gavs Hz.leri'nin M. Raşid Hz.leri hakkında söylediği sözler var mıydı?
         MOLLA ABDULBAKİ HZ.LERİ: Gavs Hz. ona halifelik verdi. Seyda Hz.'ne teveccüh izni vermiş Kadir'de. Seyda teveccüh yaptırdı. Gavs Hz. hayattayken ayrıca onun yolunu Seyda Hz. devam ettirdi.
         Efendim, halifeliği nasıl aldınız, biraz anlatır mısınız?
      MOLLA ABDULBAKİ HZ.LERİ: Halifelik kendiliğinden değildir. Halifelik bizzat Allah Resulü'nün işaretiyle verilir. Bütün sadatlar karar verip, öyle verirler. Hatta Gavs Hz.'ne kadar bütün sadatlardan işaret gelir. Seyda Hz. sonra karar verir. Bu halifelik ihlâsla muhabbetle sağlam bir itikatla olur. Eğer tek bir mürşidin elinde olsa onu evlatlarına da verir. Bu amelle, tastikle, ihlâsla olur. Önce Peygamber Efendimize sonra sadatlara daha sonra da mürşide gelir. Ne zaman verileceği belli olmaz, kişinin elinde olmadığı için bazen bir senede bazen on senede verilir. Kişinin kendi elinde değildir. Bazen de 20 sene çalışır, alamaz, bu Allah'tandır. İlk önce Molla Seyyid Yusuf halifelik aldı, sonra Seyyid Abdulbaki Hz. ile ben halifelik aldık. Sonra Molla Yahya, Molla Muhammed, son olarak da Molla Ahmed halifelik aldı.
          Seyda Hz. 'nin sofilere ne gibi tavsiyeleri vardı?
       MOLLA ABDULBAKİ HZ.LERİ: Her zaman şeriata muvafik olunuz. Her zaman Peygamber Efendimizin eserlerine sahip çıkınız; namaz, oruç, gibi. Kötü alışkanlıkları terkediniz. İçki içmek haramdır. Dikkat edin, namahrem kadınlarla oturup, kalkmayın, bunlar haramdır. Bunlardan kendinizi men edin. Sofiler vazifelerine devam etsinler. Sadatlara fatiha hediye etsinler. Hatmelerini yapsınlar, virdlerini çeksinler ve rabıtayı yapsınlar. Mümkünse cemaatle namaz kılsınlar. Seyda Hz. hacca giderken kendisi ile beraber gittik. Yolda bile hatmeyi bırakmadı. Taksiler hepsi toplanıp halka oluyorlar, biz de arabaların ortasına oturup hatmemizi yapardık. Hiç hatmesiz kalmadık. Her ne durumda olursa olsun hatmemizi yapıyorduk. Yalnız Medine garajındaydık, orası çok kalabalık müsait bir yer yoktu. Orada hatme yapamadık. Ertesi gün de Pazartesi günü biz Ravza'ya geldik. Seyda Hz. ''Peygamber Efendimiz Pazartesi günü dünyaya geldi. Bundan sonra her gün hatmemize devam edeceğiz'' dedi. Oradan bir konak kiraladık. O konakta yatsıdan sonra mutlaka hatmemizi yapardık. Mübarek orada da irşada devam etti. Birçok kişiye tarikat verdi. Elhamdülillah çok iyi oldu.
         Peygamber Efendimizin Kabri Şerifinde bile tarikat verdi. Biz de talimatlarını veriyorduk. Hacdayken biz Peygamber Efendimizin Ravzası'ndaydık. Seyda Hz. öğle namazından sonra kendisi hiç dışarı çıkmıyordu. Biz bir gün teneffüs yapmak için çıktık. Biraz hava almak için. Kendisi bundan haberdar olmuş; ''Bizim elimize her zaman böyle bir fırsat geçmiyor. Biz onun için burada bu saatlere kadar oturuyoruz.'' diye haber gönderdi. Biz de onun yanından ayrılmadık. Seyda Hz. bana bizzat talimat vermedi. Ama ben onun tavsiye edeceğini zannederek söylüyorum. Sofiler zamanlarını iyi değerlendirsinler.

          Efendim, ne gibi tavsiyeleriniz var?
       MOLLA ABDULBAKİ HZ.LERİ: Benim tavsiyem sofiler biribirlerine edepli davransınlar, birbirlerine saygı göstersinler. Merhametli olsunlar, bu onlar için menfaatlidir. Saygılı, edepli ve merhametli olacak sofi. Şah-ı Nakşibendî Hz. buyuruyor ki; ''İnsan kendi nefsini kâfirden daha aşağı olarak düşünecek''. O kâfir bir gün dönerse ne kadar günahları isyanları varsa onlar hep mükâfat olacak. Müminin ise önemli olan son nefesidir. Hatta Gavs Hz. ve Seyda Hz.'nin tavsiyeleri vardır: İnsan tarikata girdiği zaman onun çok ahlaklı, çok iyi olması gerekir ki, dışarıdaki insanlar onu görüp onun ahlakından etkilensinler. Bakacaklar ki bu insan önceden nasıldı şimdi ise nasıl. Demek ki tarikat çok güzel, biz de tarikata girelim, diyecekler. Gavs Hz. ve Seyda Hz. buyurdular ki, ''Hicaz'a gidenler var ya, onlar amel ve taat çok yapsınlar. Çünkü millette bu hacca gitmiş ve bu kadar çok ibadet, taat yapıyor. Biz de Hicaz'a gidelim, belki biz de gidenler gibi oluruz derler. Yani insanları hayra sevk etsinler. ''
       Efendim, biz bu vesile ile bütün Türkiye'yi dolaşıyoruz. Çalışmalarımızı nasıl buluyorsunuz?
       MOLLA ABDULBAKİ HZ.LERİ: Eğer Allah için geziyorsanız, Allah kabul etsin. Allah bunun mükâfatını versin. Bu kadar millete sohbet ediyor, dolaşıyorsunuz, irşad ediyorsunuz, insanların hidayetine vesile oluyorsunuz. Bunlara sebep olan ne kadar ecir ve sevap kazanırsa bu yolda çalışanlar da onun kadar sevap kazanacaklar. Resulullah Efendimiz buyuruyor ki: ''Ameller niyete göredir'' İnsan ne niyetle yaparsa onu kazanır. Niyeti Allah içinse çok menfaatli olur. İnsanlar sohbetle, sadat'ın bahsi ile sâdât'a muhabbetli oluyorlar. Bundan dolayı çalışan çok kazanır. İnsan ne yaparsa Allah için yapsın.
      Mevlana Halid (k.s) dünyasını değiştirmeden, vefat etmeden önce ''Zenginlerde hakkım var, her zengin kurban kessin. Fakirler de bana Kur'an okusun'' diye vasiyet etmiş. Mevlana Halid (k.s.)'ın bir halifesi de sormuş, Efendim siz o kadar muhtaç mısınız ki? Mevlana Halid (k.s) ''Vallahi ben bir Fatihanın okunmasına bile muhtacım, az değil, çok muhtacım.'' Elhamdülillah, Allah muvaffak etsin. Allah kabul etsin. Allah selamet versin, Allah muhafaza etsin, inşallah.   
                  
      


Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri'nin halifesi
Molla Yahya Hz.leri:
''Ahlâk ve faziletin timsali idi''

       Efendim, Seyda Hz.leri hakkında genel manada nelerden bahsedebilirsiniz?
     MOLLA YAHYA (k.s) : Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil Âlemin, vessalatü vesselamü ala hayrihi ve halgihi Seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
    Rabbişrahli sadri ve yessir li emri vehlül ukdeten min lisanî yefgahü gavli. Sübhaneke la ilme lena illa ma allemtena inneke entel alimül hâkim, sübhaneke la fetme lena inneke tevvebür rahim.
        Aziz Kardeşlerim, Allah razı olsun. Seyda'mız (k.s) onun hakkında, âcizane bilgi vermek, onu tanıtmak haddim değil. Ben kendimi o yüce zatın hakkında bilgi vermekten aciz görüyorum ve kusurlu görüyorum. Zira evvela öyle bir Ehl-i beyt, öyle bir ailedendir ki, Cenab-ı Mevla (c.c) bizatihi o Ehl-i beyti methetmiş ve Bismillahirrahmanirrahim. ''Allah, siz Ehl-i beytten pisliği necaseti götürmek, izale etmek ve sizi temizlemek istiyor. ''
       Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'de temizlediği bir aileyi ve Cenab-ı Mevla'nın (c.c) övdüğü ve methettiği bir Ehl-i beyti methetmeyi fuzuli görüyorum.
        Hz. Resulullah (s.a.v.) Hadis-i Şeriflerinde:
      Hz. Nuh'un zamanında, nasıl ki Hz. Nuh'un gemisine binen halas olmuştur. Ondan geriye kalan helak olmuş olduğu gibi, bir fitne zamanında benim Ehl-i beytime tabi olan da halas olacak onlardan geriye kalan, muhalefet eden de helak olacak'' buyuruyor ve Seyda'mızın da o aileden olması hasebiyle Hz. Resulullah (s.a.v.)'ın bu methine, vasfına vakıf, layık olduğu için benim bir diyeceğim kalmamıştır. Ancak 1958'den beri bu aileyle beraber olmam hasebiyle de Seyda Hz. (k.s) hakkında az bir şey bilsem de onu bildirmekten memnunluk duyar ve kendime bir iftihar bilirim.
         Seyda'mızı (k.s.), küçüklüğünden beri, Cenab-ı Mevla (c.c) onu güzel ahlak ve güzel tabiat üzere yaratmıştır. Tabii ki Mevla (c.c) bir zata bir yüce makam nasip ettiği zaman onu küçüklüğünden muhafaza eder. O'na hayır yollarını kolaylaştırır ve kötülükleri de ondan muhafaza eder. Dolayısıyla Seyda'mız (k.s) babası ve annesi tarafından ''Seyyid'' olma ve babasının zamanın Gavs'ı, Kutbi ferdi olması hasebiyle de işte böyle terbiye ve adap merkezi olan bir ailenin ocağında yetişmiş ve kendi zatı da küçük yaştan beri Resulullah (s.a.v.)'ın ahlakına sahip olmuştur.
     Gerek sima ve gerekse ahlak ve tabiat bakımından Seyda'mız (k.s) Hz. Resulullah (s.a.v.)'ın ahlakına sahip idi. Nitekim daha Gavs (k.s) hayattayken, bazı sofi kardeşlerimiz Hz. Resulullah (s.a.v.)'ı rüya âleminde gördüklerinde, Gavs'a aynı bu ibareyi kullanırlardı; ''Kurban Resulullah (s.a.v.) sizin şu büyük oğlunuza çok
 benziyor'' diye tabir ederlerdi.    
      Ahlakı ise, gerek şefkat, merhamet gerek tevazu, gerek halim olmak gibi bütün konularda Hz. Resulullah (s.a.v.)'ın ahlakına sahipti. Ahlak ve faziletin timsali idi. Yani numunesi idi.
       Bunları misallerle ifade etmek tabii çok uzun uzadıya bir zaman alır. Ama yine bunlardan azıcık da olsa bazı misallerle anlatmaya çalışacağım.
     İnsan, Seyda'mızın huzurunda bulunduğu zaman sanki Resulullah (s.a.v.)'ın huzurunda olduğu gibi sükûnet, huzur ve huşu var idi. O'nun meclis-i âlisinde hiç bir zaman kimsenin aleyhinde, gıyabında bir söz, konuşma mevzubahis değildi. Veyahut da dünya ile ilgili konuşma olmaz idi. Siyasetle alakalı herhangi bir söz söylenilmezdi. Dolayısıyla meclisi de laho, yani boş söz veyahut çirkin söz veyahut da günah sözden mücerred idi. Nitekim Hz. Resulullah (s.a.v.)'in meclisi de böyle idi.
      Şefkat bakımından ise, Seyda'mız (k.s) bütün müridleri şefkat altına almış ve bütün müslümanlara genel bir şefkate sahip idi. Şefkatine bir misal; vefatından onbeş gün evvel Afyon'da bir gün konuştuk. Oranın havasıyla ilgili ''Kurban buranın havası nasıl, size (iyi) geliyor mu?'' diye ben sordum, âcizane. ''Havası hoştur. Fakat burada çok üzülüyorum gelen sofilere bir şey veremediğimiz için. Onlara bir ikramda bulunmadığımız için, çok üzülüyorum, inşallah önümüzdeki sene bir fırın, bir mutfak yapıp, gelen sofilere mutlaka yemek çıkaracağız'' diye buyurdu. Dolayısıyla gelen misafirlere ikramda bulunamadığı için Seyda'mız (k.s) çok üzgün idi. Bu da O'nun onlara karşı şefkati idi.
     Halimliğine gelince, hiç bir zaman Seyda'mız (k.s) kimseyi azarlamamış ve kimseyi kötülememiş ve kimsenin kalbini kırmamıştır. Ve bunu hiç kimse görmemiştir.
   Tevazu yönüyle ise, zaten Seyda'mız (k.s) tevazunun timsali idi. Ve o tevazusundan dolayıdır ki, o kadar insanın gelip gittiği halde, hiç bir gün Seyda'mızda (k.s) bir değişiklik görülmedi. Hani bakıyoruz, bazı insanlar etrafında beş on kişi toplandığı zaman onların kalbine bir gurur, elbiselerinde bir değişme ve böyle şeyler geliyor kendilerine. Ama Seyda'mız da (k.s) hiç bir değişme olmadı. Kim gelirse gelsin aynı elbise aynı şey hiç bir tavrı, hiç bir hareketi değişmemiş ve o tevazuyu bırakmamıştır. Ve diyebiliriz ki Seyda'mız (k.s) kendini Allah (c.c) yoluna toprak saymış ki, o kadar onda güller ve çiçekler bitmişti. Ve Seyda'mızın (k.s) istikameti de yine gayet tamam idi. Ve istikametinden dolayı idi ki, oraya gelen herkes kötü ahlakını bırakıp, şeriata İslama sarılır, iyi ahlaka sahip olurdu. Tabii buna büyük zatların tasarruf ve himmeti denilir. O tasarruf ve himmetinden dolayı binlerce değil milyonlarca kişi içkiyi bırakıp, kumarı bırakıp, kötülüğü bırakıp iyi yola girmişlerdir.
      Seyda'mız (k.s) keşif keramet babından da büyük keşif keramet sahibi idi. Fakat en büyük keşif ve kerameti biz istikamet görürüz. (Şeriata müstakim olmak) ve o gelen insanların ahvalini değişmesini görüyoruz. Zira Resulullah (s.a.v.) Seyyid bin Ali'ye (r.a.) hitaben şöyle buyurmuştur:
       ''La en yehdiyellahu ala yedeyke vahiden bi hayrin leke min humun nun''
       ''Cenab-ı Mevla (c.c) senin vasıtanla birini hidayete erdirse, senin için kırmızı develeri Allah yolunda vermekten daha hayırlıdır''. İşte Seyda'mıza baktığımız zaman bir değil, bin değil, milyon kişi değil, bu kadar hidayet olunan insan, işte hepsi, Seyda'mızın manevi tasarruf ve himmetlerinden dolayıdır. Evet, onun, manevi tasarrufundandır ki, onu gören, hatta diyebiliriz ki Menzil toprağına giren herkes kendinde bir değişiklik hissederdi. ''Allah'ın ehli kimselerdir, Allah'ın dostu kimselerdir. O kişiler ki onlar görüldüğü zaman Allah hatırlanır. Yani insan onların huzuruna girdiği zaman Allah'ı hatırlar. Cenab-ı Mevla'yı düşünür''. İşte bu ehlullahın büyüklüğünün alametidir. Çünkü kalpten kalbe akis ediyor. Ve onun kalbinden gelen, kişilerin kalbine akis ettiği için onların kalbine de Allah'ın ismi geliyor. Bütün bunlar Seyda'mızın (k.s) zahiri ve genel olarak ahvaliydi. Cömertliği bakımından zaten o mükemmeldi. Gelen cemaate de o kadar yemek çıkarmak, o kadar ikramda bulunmak, mübarek zatın cömertliğindendir. Tabii daha önce dediğim gibi yani Seyda'mızı tamamıyla anlatmak ve tamamıyla bildirmek bizim hakkımız değildir. İnşallah Seyda'mız (k.s) Hakkında tabii ki kitap hazırlıyoruz. Bu kitap çıkınca daha fazla Seyda'mızı (k.s) tanıtmaya çalışacağız. Evet, Allah razı olsun.
      Seyda Hz.'nin diğer âlim ve mürşidlerinden farkı nedir? Anlatır mısınız?
     MOLLA YAHYA (k.s) : Bismillahirrahmanirrahim, Elhamdülillahi Rabbil Âlemin. Vesselatü vesselamü ala hayrihi ve haligihi seyyidina Muhammedin.
       Evvela bütün din âlimlerine saygımız hürmetimiz sonsuzdur. Hepsine hürmet ve sevgimiz verdır. Ve hepsi de emri bil maruf, nehyi anil münker vazife yaptığı için Resulullah (s.a.v.) Efendimizin vazifesini yerine getirirler. Ancak aradaki fark; Seyda'mız (k.s) kendi nefsini tezkiye edip, kendi ahlakını düzeltip ve emradı kalbiyyeden temizlendiği için başkalarının tasfiyesi kolay olmuştur. Daha kolay olmuştur. Ve ilmi zahirden pay sahibi olduğu için de, ilmi batından da büyük hikmet sahibi idi. Tarikat ve tasavvufun adabına göre seyrü sülukünü tamamlamış ve irşad makamına ulaşmış, kâmil ve mükemmil idi. Bunu İmam-ı Rabbani (k.s) mektubatında şöyle anlatıyor; ''Hz. Resulullah (s.a.v.) hadisi şerifinde 'Âlimler peygamberlerin varisleridirler' Hangi âlim varistir? Bu hem zahiri hem batıni ilme sahip olan âlimler varistir. Yani yalnız zahiri ilimleri okuyup da batıni ilimlerden haberi olmayan ve batıni ilmi ya inkâr edip veyahut da bilmeyen kişiler varis olamaz''. Onlar varis değiller, varis olamaz ve varis değiller. Resulullah (s.a.v.)'e hakiki varis olan o kimselerdir ki, hem zahiri ilmi okumuş tamamlamış, hem de batıni ilmi görüp terbiye ve eğitimi tamamlamış kişilerdir. Şeyh Seyda'mızın da diğer âlimlerden farkı budur.'' Seyda'mız (k.s) hem zahiri, hem batıni âlim olduğu için onun etkisi fazla idi. Diğer âlimler yalnız zahiri ilim okudukları için söylüyor, anlatıyor fakat fazla tesiri olamıyor. Bunu bir hikâyeyle anlatmak istiyorum. Gavs (k.s) zamanında biz Kasrik'te idik. Âcizane orada ben de çocukları okutuyordum. Ders veriyordum. Oranın bir imamı vardı. Adı Abdurrahman Erol idi. Molla Abdurrahman resmi imam olduğu için devamlı Bitlis'e gidip gelirdi. Bir gün geldi dedi ki, ''Bugün ben Bitlis'e gittim. Müftü beni çağırdı, müftünün adı Molla Abdülkerim idi. Beni odasına çağırdı, ben odasına gittim. Müftü bana dedi ki, ''Molla Abdurrahman'' dedi, ''Buyur kurban'' dedim. Dün bana sordular ki ''Herkes Abdulhakim'e Gavs diyor. Sen de acaba bunu kabul ediyor musun, onun Gavs olduğunu kabul ediyor musun? '' Ben de dedim ki, ''Vallahi de Gavs Billahi de Gavs'tır. Şeyh Abdulhakim Gavs'tır ve ta Gavs'ın kendisidir''. Molla Abdulkerim hayretle karşıladı. ''Nasıl sen ona Gavs diyorsun, sen bu kadar ilme sahipsin''. Dedim ki ben de sana onun Gavslığını ispat edeyim. Nasıl? Dedi. Dedim, bak otuz seneden beri ben Bitlis'teyim, ilmim de çok iyi. Her cuma ben camide konuşurken en azından Ulu camide beşyüz ile bin kişi arasında beni dinleyenler olur. Beni millet dinliyor. Onlara ben Allah'ın kelamını Resulullah (s.a.v.) 'ın sünnetini söylüyorum. Fakat dışarı çıktığım zaman bastonumdan başka benle beraber kimse kalmıyor. Ancak benle beraber kalan bastonumdur. Hiç kimse beni takip etmiyor. Şeyh Abdulhakim bir köyde oturuyor. Köy dağın eteğindedir. Efendim, telefon yok, telgrafı yok, mektubu yok, birşeyi yok. Her zaman da etrafında elli- altmış- yüz kişi insanlar var. Tabii bu gelen insanları oraya getiren muhakkak bir kuvvet var ki, o kuvvet Allah (c.c.)'dır. Eğer o Gavs olmasa o kadar âlim etrafına toplanamaz. Demek ki zahiri âlimle maneviyat âlimi arasındaki fark budur. Manevi âlim tasfiye görmüş, terbiye görmüş ve Cenab-ı Mevla (c.c.)'nın lütfuna mazhar olmuş. Ve Allah'ta (c.c) insanların kalbini ona çeviriyor ve o kadar insan etrafına geliyor. İşte Seyda'mız (k.s) hem zahiri hem batıni ilimle âlim, hem zahiri ilimi tamamlamış, hem batıni ilim, tasfiye ve tezkiye görmüş. Diğer kardeşlerimiz onlar zahiri ilim görmüşlerse de, tabii batıni ilimden habersiz oldukları için işte onların tesiri az oluyor. O kadar faydası olmuyor. Evet, Allah razı olsun.
      Seyda Hz. hiç konuşmadığı ve sohbet etmediği halde neden etrafında milyonlarca insan vardı anlatır mısınız?
        MOLLA YAHYA (k.s.): Muhterem kardeşlerim o cemaatin oraya gelmesi tabii evvela Cenab-ı Mevla (c.c.)'nın kuvveti, iradesiydi. Kalpleri çeviren, kalpleri misafir eden ve insanı sevdiren yalnız Allah (c.c.)'dır. Yani ben de bunu söyleyeyim.
         Bir tabak balı götürseniz, bir dağın eteğine koyarsanız, bir saat sonra gidin ki, orada üzerine bal arısı dolar. Yani arıların aradığı nedir, baldır. Balın bulunduğu yerde mutlaka arılar bulunur. Demek ki bu kadar insanların Seyda'mızın (k.s) yanında bir himmet bir feyz ve bir bereketin olduğunu gösteriyor. Yani apaçık alamettir. Burada Resulullah'ın (s.a.v.) bir hadisi şerifini size beyan edeyim. Cenab-ı Peygamber (s.a.v.), bu hadis-i kutside buyurur ki (Riyazus salihin de bu hadis mevcuttur. Yani hadis sahihtir.) Allah (c.c) bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'i çağırır ve Cebrail'e buyurur ki: Ya Cebrail ben filan adamı seviyorum. Sen de bu âdemi sev. Cebrail (a.s.) de o âdemi seviyor. Sonra Cebrail (a.s.) melekleri çağırıyor ve onlara söylüyor ki bakınız Cenab-ı Mevla (c.c) filan kulunu seviyor, siz de seviniz. Ve sonra gökte o âdem için kabul konuluyor. Yani herkes onu kabul ediyor. Herkes ona muhabbet besliyor. Daha sonra Cebrail (a.s.) yeryüzündekine yine çağırıyor ve diyor ki Allah (c.c) filan kulunu sevmiştir. Siz de Allah'ın filan kulunu sevin dolayısıyla Allah yolunda olan salih kişiler ve Resulullah (s.a.v.)'ın sünnetine bağlı olan kişiler onlar da o kişiyi severler ve ona yeryüzünde kabul konulur. Demek ki muhterem kardeşlerim, bir insanın müslümanlar tarafından sevilmesi ve yahut sevilmemesi bu insanın takati insanın kuvveti ile değil Allah (c.c.)'ın bizzat iradesi ve kudreti iledir. Tabii bu sevgi bakımından böyle, nefrette öyle, Allah (c.c) bizi sevmediği zaman Cebrail (a.s.) filan âdemi sevmiyorum sen de sevme diyor. Cebrail (a.s.) gene meleklere Allah (c.c) filanıdamı sevmiyor siz de sevmeyin buyurur ve yeryüzünde o âdeme nefret kuruluyor.
       Demek ki gerekirse gökte gerekirse yerde nefret ediliyor. Dolayısıyla insanların sevmesi meleklerin sevmesine, tabii insanlar sevince yani salih insanların salih kimselerin sevmesi, meleklerin sevmesine tabii meleklerin sevmesi Cebrail (a.s.) ve Allah (c.c.)'ın sevgisine bağlıdır. Demek ki Seyda'mızı (k.s) insanın kalbinde sevdiren kimdir, Allah'tır. İnsanın kalbini oraya yönlendiren celb eden gene Allah (c.c.)'dır. Ve bu muhakkak, liyakat var ki Cenab-ı Mevla (c.c) o kadar insanı oraya gönderiyor. Ve eğer hidayet olmasaydı Cenab-ı Mevla (c.c) hâşâ bu kadar kulunu feda etmezdi. Yani delalette hâşâ toplamazdı. Bu Allah'ın hidayeti olduğu için, Allah'ın yolu olduğu için Cenab-ı Mevla (c.c) onun muhabbetini kalbe atıyor ve kalplere ilka ediyor. İşte onların gelmesi hep Allah'ın (c.c) o muhabetinden kaynaklanıyor. Sevgisinden kaynaklanıyor. Tabii kardeşlerim demek ki Seyda'mız (k.s) hal sahibidir ve ehli haldir. Ehli hal ise muhakkak fazlı çoktur ve fazlı çok olduğu içinde işte o himmet o feyz, o bereketle ne diyeyim insanları celbediyor ve insanlar geliyor ve gelen insanlar da mutlaka büyük istifade görüyor.
       Yani eğer istifade görmezse insan, bugün biliyorsunuz öyle bir zamandayız ki, kimse elli bine kıymıyor. Yani elli bini boşu boşuna vermiyor. Gelen insanlar eğer büyük bir istifade görmeseydi, o kadar insan âşık olmazdı. Dolayısıyla gelen insanlar efendim Allah (c.c.)'nın lütfu keremi ve Allah (c.c.)'nın muhabbetinden dolayıdır. Efendim Allah (c.c) hepinizden razı olsun. Size teşekkür ederim bu kadar kısa olarak bahsettim.
       Tabi bunu tam hakikatiyle anlatmak, dedim ya hakkım değil. Seyda'mızla (k.s) dediğim gibi 1957, 1958 den bu yana tanışıyoruz ve çoğu zaman beraberiz. Gavs (k.s) hayattayken de beraber de çok yolculuk yapmışız. Fakat ahlakı hakikaten insan takati üstü bir ahlaka bir metoda sahip. Seyda'mızın (k.s) insanlara şefkati, insanlara merhameti, insanların takati üstünde. Ve Cenab-ı Mevla (c.c) onu sevmiş ki, onu o şekilde yaratmış, tabi yani bu Allah'ın (c.c) yine fazlı keremidir. Lütfi hidayetidir. Biz de Elhamdülillah çok mutluyuz ki, o zatın mensubuyuz. Bugün de Seyda'mızın (k.s) yolundayız. Elhamdülillah Seyyid Abdulbaki Efendi de aynı yola devam ediyor ve Seyda'mızın (k.s) himmeti baki olduğu halde, Seyyidimizin himmeti o da aynı devam ediyor. İnşallah ümidimiz Cenab-ı Mevla'dan (c.c) kıyamete kadar o kapı hidayet kapısı kalacaktır ve Seyda'mız üzerine millet toplandığı gibi Seyyidimiz Seyyid Abdulbaki Efendi Hz. üzerine de inşallah kat be kat daha fazla olacak ve kıyamet gününe kadar inşallah, o kapı hidayet kapısı, hidayet konağı olacaktır. Ve Allah'ın (c.c) liyakatı olarak kalacaktır. Allah (c.c) Seyyid Abdulbaki ve diğer öbür seyyidlerimize uzun ömürler ihsan eylesin, onlara mutluluk ihsan eylesin, bizi de o kapıdan inşallah ayırmasın. O eşikten, mübarek aşkından ayırmasın, onların bereketinden, feyzinden mahrum eylemesin, inşallah. Allah sizden razı olsun.


MOLLA YAHYA HZ.LERİ İLE TASAVVUF,
MÜRŞİD-İ KÂMİLİN GEREKLİLİĞİ, RABITA VE SEYYİD MUHAMMED RAŞİD (k.s) HAKKINDA SOHBET

         Efendim, Seyda Muhammed Raşid Hz.'leri ile ne zaman tanıştınız?  
         MOLLA YAHYA HZ.: Elhamdülillahi Rabbil Alemin, vessalatü vesselamü ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi vesahbihi ecmain.
       Seyda Hz. (k.s) ile sene 1955'te Kasrik köyünde tanıştık. Biz orada Gavs (k.s) hayatta iken, Gavs (k.s) 'ın ziyaretine gittik. Gavs'tan (k.s) tövbe aldık. Seyda Hz. orada idi, o zaman okuyordu. Gavs (k.s) 'ın yanında o zaman Seydamızla (k.s) tanıştık. Ve ondan sonra, biz Gavs'ın yanına gidip gelince Seydamızla tanışmamız fazla oldu. En sonunda Seyda Hz. (k.s) ile beraber vazife yaptık. Gadir'de o imam idi, ben onun müezzini idim. Beraber yola çıktık ve ta ki vefatına kadar, artık tanışmamız nasib oldu elhamdülillah.
        Efendim, Seyda Hz.'nin (k.s) ahlakından bahseder misiniz?
       MOLLA YAHYA HZ.LERİ: Seyda Hz. (k.s) kâmil ahlak üzere idi, faziletli ahlak üzere idi. Evvela, Gavs (k.s) hayatta iken, hizmeti sever ve hem gelen misafirlerin hem de evin hizmetini yapardı. Seyda Hz. (k.s) bile istisna mübarek, çorbayı kendi eliyle sofilere veriyordu ve her hizmeti yapıyordu. Hem evin hizmeti, hem de caminin hizmeti, hem de sofilerin hizmeti... Ve Gadir'deyken bir değirmenleri vardı. Akşama kadar o değirmenle meşgul olurdu. Tabii hizmetin fazileti çok fazla. Çünkü insan mesela tesbih çekiyor, salâvat çekiyor, o bir zaman sonra bitiyor. Fakat hizmet öyle değil... Diyelim ki bir yemeği getirdiğin zaman o yemekten yemesen, yiyenlerin hepsi o yemek kadar, devam edip, ibadet ve taate devam ettiği müddetçe o yemek sahibi de sevap alıyor. Bunun için Seydamız (k.s) tabii taat ve ibadetten geri kalmamak üzere bütün hizmeti yapardı, her türlü hizmeti yapardı. Ondan sonra Seydamız (k.s.), Ahlak-ı Muhammediyeye sahip idi. Yani şefkatli, merhametli, vakarlı, tevazulu, cömert bütün bunlar Seydamızın başlıca ahlakları idi. Yani şefkati, merhameti herkese şamil idi. Herkese şefkatli, merhametli idi. Hatta bu şefkatinden, merhametinden bir misal olarak son vefat edeceği zaman vefatından 15 gün önce Afyon'daydık, yanındaydık. Kendisine;
       ''Afyon nasıl Seyda Hz.'lerine havası iyi geliyor mu acaba, Seyda Hz.'nin hoşuna gidiyor mu? '' diye sorduğumuzda,
       ''-Evet'' dedi. ''Afyon'un havası çok hoş, bakıyorsun mesela biz güneşteyiz, güneşin hiçbir tesiri yok. Şimdi Menzil çok sıcaktır'' dedi. ''Dedim öyle ise Seyda Hz. daha erken daha evvel gelirse ve daha fazla kalırsa daha iyi değil midir? '' Dedi ''öyle ama, ben burada çok üzülüyorum, çok sıkılıyorum... Hayır, ola dedim; dedi: ''Sofiler gelir, cemaat gelir. Burada bir fırınımız yok, mutfağımız yok, onlara çorba
çıkaramıyoruz, ekmek çıkarmıyoruz, işte aç geliyorlar, aç gidiyorlar, ondan dolayı ben çok üzülüyorum. İnşallah bu sene hem mutfak, hem bir fırın yapacağız, artık gelen sofilere bir çorba vereceğiz, dağıtacağız, o zaman ben rahat ederim'' dedi. Demek ki o kadar şefkati, merhameti vardı. Sofilerin herşeyiyle meşgul olurdu. Mütevazılığiyle, bu kadar gelen cemaat, bu kadar gelen âlem olmasına rağmen, hiçbir zaman Seyda Hz. bir zerreyi miskal değişmemiş, öyle birşey görülmemiş. Yani Seydamız (k.s) bile, kendi hâşâ ne kaba, ne yükseliş. Aynı eski hali ne ise, o hal üzerinde idi. Yani ne elbisesinde ne giyinişinde ne kalkış oturuşunda hiç zerreyi miskal değişiklik yoktu. O tevazu idi, hepsina karşı mütevazılık gösterirdi. Ondan sonra cömertlik, o gelen misafirlere o kadar yemek, o kadar ikram, o kadar çorba verirdi hoşlukla verirdi ve Seydamız (k.s) tamamıyla ahlakı Muhammediye (s.a.v.) ve kâmil ahlak sahibi idi. Sünneti seniyyeye mutabakat ederdi. Hiçbir zaman sünneti seniyyeden ayrılmazdı. Hiçbir gün birisinin ne gıybeti, ne birisinin aleyhinde konuşma, insanlar görmedi, mümkün değildi. Ne kimsenin aleyhinde konuşur, ne de kimsenin gıybetini yapardı. Birisinden bahsedildiği zaman Seydamız (k.s) onu güzel bir şekilde anlatırdı, ondan sonra onun iyiliğinden bahsederdi, hiçbir kötülüğünden bahsetmezdi, sabırlı ve vakurdu. İşte ahlakı öyle idi. Mesela karşısında olan, o kadar mesela hakaret yapıldı ona, kendisine parmağından zehir verildi. Yine Seydamız ne intikamın peşinde oldu, ne de birşey yapılmasını söyledi. Herşeye karşı, Seydamız (k.s) Resulullah (s.a.v.) ahlakına sahipti. Ahlakı Muhammediyeye sahipti. Fakat tabii bizim Seydamızı (k.s) tamamıyla anlatmamız mümkün değildir. Yani biz ne kadar anlatsak yine ancak denizden bir katre damla anlatabiliriz. Fakat Seydamız (k.s) yani şeriati ve İslamiyeti temsil eden yani İslamiyetin bir mücessip bir numunesi idi. Görüldüğü zaman İslamiyetin ne olduğunu insan anlardı. Seydamız (k.s) böyle bir fedayi ahlaka, kanaate sahipti.
         Efendim, Seyda Hz.'nin (k.s) ilme verdiği önemden bahseder misiniz?
       MOLLA YAHYA HZ.LERİ: Seyda (k.s) tabii ilme önemi de çok fazla idi. Mesela Menzil'de o inşa ettirdiği bir medrese vardı büyük bir medrese vardı. Afyon'da yine böyle talebelerin okuduğu, mesela yine Ankara'da oğluna medrese yaptırdı. Hepimize tavsiye ederdi, yani ilmi tavsiye ederdi, yani âlim olun derdi. Ve Seydamız (k.s) çok sefer mesela cehaletle bir yere varılmaz, illa ilimle ulaşılır, hatta bunun üzerine bir misal, bir hikâye getirirdi. Yani ilim olmasa insan bir yere ulaşamaz, ilim lazımdır, yani bir yere ulaşmak için ilim lazımdır. İşte buna bir misal de şöyle getiridi: Bir sefer dedi, ''İki kardeş var idi, babaları vefat edince bunların ikisi de kendilerini Allah (c.c) yoluna vermek istediler. Birisi dedi ben evvela gidip okuyacağım, âlim olacağım, ondan sonra ben kendimi ibadete vereceğim. Birisi de dedi, âlim olmaya kadar acaba zaman olur mu olmaz mı, en iyisi ben şimdi gidip ibadet yapacağım, ibadetle meşgul olacağım. Birisi ibadete gitti, birisi ilme gitti. Ondan sonra ilme giden bir müddet okuduktan sonra, biraz ilim anladıktan sonra, bir gün dedi ki, ben gideyim kardeşimi göreyim, kardeşimin ahvalini durumunu öğreneyim, hangi haldedir, hangi durumdadır. Kardeşinin yanına geldi baktı ki, hakikaten kardeşi çok taat ve ibadetle meşgul. Yani taat ve ibadeti, onun zayıflığından, onun simasından bellidir. Sevindi, elhamdülillah dedi. Kardeşim taat ve ibadet bu kadar yapıyor, keyfe geldi hoşuna gitti. Fakat bir de baktı ki, böyle kardeşinin sarığının ucunda siyah bir şey var, bir şey görülüyor. Allah Allah, dikkat etti, bunu farekuyruğuna benzetti. Kardeşim hayırdır, nedir bu senin sarığındaki?.. Hiç sorma dedi abi, hiç sorma, hiç bahsetme dedi. Nasıl yani dedi. Ben namaz kılarken bir fare devamlı önüme gelirdi beni meşgul ederdi, benim hayallerimi, düşüncelerimi değiştirirdi, benim huzurumu kaçırırdı. Ben de bir gün vurdum, öldü. Ölünce ben dedim bunun vebalinden nasıl kurtarayım, en iyisi bunu sarığımın altına koyayım ki, vebalinden kurtarayım. Onun âlim olan abisi dedi ki: Senin o kadar namazın hep fasıktır, hep bozuktur. İşte Seydamız ilmin değerini bu şekilde anlatırdı. İlim olmasa insan salih ibadet yapamaz bunun için ilim çok değerli, çok önemlidir. Seydamız (k.s) bu şekilde söylerdi.
   Efendim, mürşidi kâmilin gerekliliğinden, ahir zamanda mürşide bağlanmanın gerekliliğinden bahseder misiniz?
      MOLLA YAHYA HZ.LERİ: Evet, insanda fıtri olarak, yaratılış itibarıyla bazı eksikler var. Hele hele emraz-ı kalbiye dediğimiz, kibir, hased, ucubdan, nadir sayıda insan, bunlardan kurtulur. Yani insanın çoğunda bunlardan var. Hırs, dünya muhabbeti, buhul vardır. İşte bu emraz-ı kalbiyenin izalesi yolu, tasavvuf yoludur, tasavvuf ve tarikattir. Çünkü o konudan bahseden ilim tasavvuf ilmidir. Tabii, tasavvuf ilmine girmek de sadece okumakla olmuyor. Sen tasavvufun mesela, binlerce kitabını okusan, o tasavvufun bir hakikatına varamazsın. Evet, okuyorsun biliyorsun ama, tatbikatı yok. İşte bunu tatbik etmek için, bu emraz-ı kalbiyeden kurtulmak için, mürşid-i kâmile çok büyük ihtiyaç vardır. Yani, ahir zaman olmasa dahi, yine mesela bu İmam-ı Şafii gibi, İmam-ı Azam gibi zatlar, bunlar nasıl ki tasavvufa dalmışlar, tasavvuf ilminden istifade etmişler, bir pirden, bir mürşidden istifade etmişler, aynen onun gibi... Mesela İbn-i Abidin, İmam-ı Azamın talebelerini sayarken, Süfyan-ı Sevri diyor. Süfyan-ı Sevri, İmam-ı Azam'dan hem fıkıh ilmi almış, hem de tasavvuf ilmi almış, İmam-ı Azam aynı zamanda bir irşad vazifesi yapmıştır. Mesela İmam-ı Şafii'nin bu hususta dediği sözü dikkate değerdir. ''Ben bekârdım ve şeyhime gidip, ona halimi arzettim.'' Eğer Cenab-ı Mevla, birisini kâmil ahlak üzere yaratmışsa ve ahlakı çok güzel ise, onun belki ona ihtiyacı yok ama böyle kişi binde bir bile bulunmuyor. Allah'ın (c.c) âdeti öyledir, herşeyin terbiyeye ihtiyacı olduğu gibi, insanın da bir mürebbiye ihtiyacı vardır. Mesela nasıl ki bir meyva ağacının bakımı yapılmazsa, onun aşısı yapılmazsa, gübresi, suyu verilmezse, meyvesi güzel olmuyor. Fakat insanın bakımı ile beslenen, mutlaka daha güzel, daha iyi meyve veriyor. İnsan da aynı böyle, insanın da bir mürebbiye ihtiyacı vardır. Kitap okumakla insan, hastalığını belki biliyor, teşhis ediyor, fakat tatbik bilemiyor. Nasıl ki mesela birisi, bir doktorun yanında çalışmazsa, kendiliğinden kitabı okusa, hastalık bu diyor fakat ama birisi ona dese ki ben hastayım, o zaman o, vallahi diyecek ben anlamam, ben doktor değilim... İşte böyle de mürşid-i kâmiller de kalbin doktorlarıdır. Kalp hastalıklarının tedavisini Cenab-ı Mevla, onların sayesi ile tedavi ediliyor. Tabii ki hakiki hidayetini Allah (c.c.), hakiki irşadını Allah (c.c) veriyor. Bunlar ancak vesile olurlar, sebep olurlar. Mürşid-i kâmilin şartlarında ise, tabii ki âlim olacak, kâmil olacak bir mürşid eli tutmuş olacak, o mürşid ta Resulullah'a (s.a.v.) gidecek ve Resulullah'ın (s.a.v.) ahlakına sahip olacak. İşte bu şekilde olan bir mürşid-i kâmilin, sözünden ziyade, hal ve hareketinden sofi istifade ediyorve mürid o şekilde Allah'a (c.c) yaklaşıyor. Nasıl ki sahabe-i kiram, Resulullah (s.a.v.) 'in ahvalinden etkilenirlerdi, nazarından etkilenirlerdi... İşte bu da öyle. Onun için mürşid-i kâmile çok büyük ihtiyaç var. Yani kim olursa olsun, bila istisna herkese bir mürşid-i kâmil, bir rehber, bir üstad lazımdır.
            Efendim, mürşid-i kâmil rabıtasını inkâr eden bazı insanlar var. Rabıta hakkında Kur'an ve sünnetten deliller getirebilir miyiz?
          MOLLA YAHYA HZ.LERİ: Evet, efendim bir kere onlar rabıtanın ne olduğunu bilmiyorlar. Ve rabıtanın ne manada yapıldığını da bilmiyorlar. Eğer rabıta hakikaten bilinse ve hangi manada yapılıyorsa bilinse, rabıtanın inkâr edilecek hiçbir yanı yok,  hiç bir tarafı yok. Yani şöyle, Mürşide yapılan rabıta, hâşâ hâşâ ubudiyet rabıtası değil, yani ona ibadet rabıtası değil, o muhabbet rabıtasıdır, yani muhabbet bakımından gönül bağlamaktır. O Allah'ın (c.c) bir dostu olduğu için, ona gönül bağlamıyor, sadece Allah için gönül bağlanıyor. Çünkü eğer O Allah dostu olmazsa, ona gönül bağlayamaz zaten.. İşte burada Kur'an-ı Kerimde de Cenab-ı Mevla, ''Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve sadık olanlarla beraber olun'' Yani Allah yolunda doğru olanlarla, eğer mürşid-i kâmil sadık olursa zaten, onunla beraber olmak faydalıdır. Eğer sadık olmazsa da zaten mürşid değildir. İşte bu konuda, Ubeydullah Ahrar (k.s) Reşahatte şöyle anlatıyor: ''Bu keyfiyet iki kısımdır. Birisi zahiri beraber olmaktır, diğeri de kalbi beraberliktir. Kalbi beraberlik, rabıtadır. Zahiri beraberlik, eğer kalbi beraberlik yoksa faydasızdır. Nasıl ki münafıklar, Raesulullah'ın (s.a.v.) huzurunda idiler, devamlı yanında idiler. Fakat kalbi ayrı olduğu için fayda görmediler. Hatta Abdullah bin Ubeyr, İbni Sehil ölünce, Resulullah (s.a.v.) cenaze namazı kılmak istedi. Cenab-ı Mevla (c.c) ona; ''Onlardan hiç birisinin, öldükleri zaman, cenaze namazını kılma ve kabrinin üzerinde durup, onlara dua etme.'' Ve münafıklar Resulullah (s.a.v.)'ın yanında oldukları halde istifade edemediler, neden? Çünkü kalpleri ayrıydı. Ama kalbi beraber olursa, cisim ne kadar uzak olursa olsun, yine insan istifade eder. Mesela Necaşi, ta Habeşistan'da idi. Vefat edince, Resulullah (s.a.v.): ''Bugün salih bir kiş vefat etti, gelin namazını kılalım.'' buyurdu. Resulullah (s.a.v.) Sahabelerle beraber namazını kılmıştır Necaşi'nin... Demek ki Habeşistan'da ölen Necaşi'nin namazı kılınmış ve efendim o kalp bağlantısı sayesinde, iman ve İslamı Kâmil olmuştur. Huzurunda olan kişi de, kalbi ayrı olduğu için, münafık olmuş... İşte bu nedenle, doğru olanlarla beraber olmak, rabıtaya delalet ediyor. Çünkü bu keyfiyet kalbidir. Kalbi beraber olan insan, mürşidini tasavvur ettiği zaman, hâşâ, mürşidini Allah diye tasavvur etmiyor. Mürşidin, Allah'ın (c.c) Dostu diye tasavvur ediyor ve muhabbet bağlıyor. Bir de, mürşid vesiledir. Cenab-ı Mevla yine, ''Allah'a (c.c) ulaşmak için vesile arayın'' buyuruyor. Vesile; salih amel olur, mürşid olur, Kur'an-ı Kerim okumak olur... Bütün bunlar vesiledir. Hadis-i Şeriflerde de çok deliller vardır. Mesela; ''Allah'ın ehli onlardır ki, görüldüğü zaman, Allah hatırlanır'' ve Resulullah (s.a.v.) Allah için muhabbeti ve Allah için buğzetmeyi çok emretmiştir. İşte bu rabıta muhabbeti, kalbidir. Kalbi, Allah için birisine bağlanmaktır. Allah için birisini sevmektir. Dolayısıyla Hadis-i Şerifte zaten deliller çok... Rabıtasız hiç kimse yoktur. Yani Rabıtayı inkâr edenin dahi rabıtası vardır. Çünkü rabıta nedir, kalbi bir yere bağlamaktır. Rabıta, rabttan gelir. Rabt bağlamak. Hiç kimsenin kalbi boş değil, illa bir yere bağlı... Kimi malına bağlı, kimi hanımına, kimi evladına, kimi dostuna, her birisi bir yere bağlı... Peki, onların hiç birisi şirk değil de, mürşidi kâmile bağlanmak mı şirk? Onlarda da ayrı rabıta var, yani o, rabıtayı inkâr eden kişinin de rabıtası var. Rabıtayı inkâr eden kişi, namaza başladığı zaman kalbi gidiyor şuraya buraya... Her çeşit yere gidiyor. Belki apartman yapıyor, belki dükkân alıyor, belki ticaret yapıyor... Sonra da rabıta şirktir, günahtır diyor. Zaten hemen namazda başka şey düşündün, seninki şirk değil(!), benimki ise namazda değil namazdan evvel, mesela huşu olsun diye mürşidi düşünmek, niye şirk olsun... Demek ki rabıtayı inkâr edenlerin de kendi rabıtası var, yani rabıtasız kimse yok... İnsan olarak mutlaka birşey düşünüyor, onun düşünmesi rabıtadır, istese de rabıtadır, istemese de rabıtadır. Çünkü rabıta, kalbi bağlamak ve haddizatında çok faydalıdır, çok etkilidir, çok tesirlidir. Yani insan rabıta yapıyor ki başka eşyalar kalbinden gitsin. O da bir tane kalıyor, O da kolay gidecek ve sonuçta sadece Allah kalacak... Rabıta, kendi nefsi için maksud değildir. Rabıta, zikir için maksuddur. Ve rabıta daimi değildir, rabıta geçicidir. İnsan, belli bir merhaleden sonra rabıta değil de, rabıta yerine murakabe yapıyor. Yani rabıtanın merhaleleri var, rabıta şirk değildir.
      Efendim, bugün insanların birçok problemleri var. Bununla ilgili siz neler söylemek istersiniz?
       MOLLA YAHYA HZ.LERİ: Bunu, tabii Resulullah (s.a.v.) 'in dilinden dinlersek daha iyi olur. Yani bugün, toplumun arasında birlik beraberlik yok. Muhabbet yok, İslamdan uzaklaşma var... Bunların hepsini Resulullah (s.a.v.) belirtmiş ve bundan 1400 küsür sene evvel Resulullah (s.a.v.) Efendimiz beyan etmiştir. İşte ümmetin başına gelecek fitneleri bizzat müşahede etmiş, görmüştür. İşte dün de, bugün de, yarın da milletimizin tek tedavisi İslam ahlakına sahip olmaktır. Resulullah (s.a.v.)'e mutabaat etmek... Allah Resulü (s.a.v.) buyurmuştur ''Ben size öyle bir şey bırakıyorum ki, siz ona yapıştığınız müddetçe dalalete gidemezsiniz. Bunların birisi Allah'ın kitabı, birisi Resulullah (s.a.v.)'in sünneti''. Son noktada diyebiliriz ki, bugün mesela, toplumun musibeti nedir? Onun tedavisi nedir? İşte musibet, cehalet, İslamdan uzaklaşmak, ondan sonra ahlaksızlık... Tedavisi de, İslamiyetledir, Resulullah'ın sünnetine mutabaat iledir ve Kitabullah'a mutabaat iledir. Çare budur. İslamiyetten başka çare aramak yanlıştır. Bugün mesela, birçok hurafeler var. Millet artık öyle olmuş ki, hep hurafelere inanıyor. Biz zaman zaman bunu söylüyoruz. Mesela çoklarının evine gidiyoruz; evinde ya da arabasında, ya da kapısında, nazar boncuğu gibi bir boncuk var. Nazar boncuğunun etkili olduğuna inanırsa zaten küfürdür. Allah muhafaza eylesin. Eğer etkisi olduğuna inanmazsa da günahtır. Fakat millet artık, ona inanıyor, ondan sonra da ha efendim büyü, ha efendim sihir, ha efendim cin... Daha sonra da bunlar cincilere gidiyor para veriyor, Cinciler bir şey yapamıyor, daha da hasta ediyor. İşte bunun sebebi, cehalet çoğalmış, Resulullah'ın (s.a.v.) sünnetinden uzaklaşılmıştır. Bundan dolayıdır da, artık insan yolunu şaşırmış, bir şaşkınlık içindedir. Bunun içindir ki bakıyoruz, toplum içinde emniyet diye birşey kalmamıştır. Yani kimse kimseden emin değildir. Kimsenin kimseye güveni yoktur. İşte bunların başlıca sebebi, İslami ahlaktan uzaklaşmaktır. Bundan dolayı da düşmanlarımız başımıza musallat olmuş. Resulullah (s.a.v.) buyurmuş ki, ''Bir zaman gelecek ki, benim ümmetimin başına, yemek üzerine toplanan kişiler, nasıl elini yemeğe uzatıyorsa gayri müslüm kâfirler de müslümanların işine ellerini öyle uzatacaklar, müslümanların işini karıştıracaklar. Sahabeler soruyorlar,
         '' -Ya Resulullah, o gün biz azınlıkta mı olacağız. ''
       Yok, siz çoksunuz. Ama selin üzerinde olan çok gibi olacaksınız. Siz de iki haslet olacak, birisi, dünya muhabbeti çok fazla olacak, ikincisi ölüm korkusu çok fazla olacak. Ve düşmanın kalbinden, sizin korkunuz çıkacak. Düşman korkusu, sizin kalbinize girecek. Yani düşman sizden korkmayacak, siz düşmandan korkacaksınız. '' İşte bunu Resulullah (s.a.v.) bilmiş. Bizim şeyimiz bu yani, dünyanın peşinden gitmek, dünya muhabbetini kalbe yerleştirmek, İslamdan uzaklaşmak. Bütün bunlar, zamanımızın başlıca musibetidir. Ve bütün bunların çaresi de İslamı uygulamak, Resulullah (s.a.v.)'in ahlakına sahip olmak ve ilme yapışmak... Allah'ın (c.c) Resulü (s.a.v.), son veda hutbesinde buyurduğu gibi, ''Ben size iki şey bırakıyorum. Onlara yapıştığınız müddetçe delalete gidemezsiniz. Birisi Allah'ın (c.c) kitabıdır. Allah-u Teâlâ tarafından uzatılan bir iptir. O ipe yapışan, Allah'a (c.c) yapışır. İkincisi benim sünnetimdir. ''Resulullah (s.a.v.) bilmiş demek ki, toplumun bugünkü musibetini. Yani İslamı yaşayamamasını, emniyetin ortadan kalkmasını ve milletin fitne ile huzursuz olmasını... Bunun çaresi de, Resulullah'ın (s.a.v.) sünnetine yapışmaktır. İnşallah, huzuru İslamda bulacaklar ve İslamın ahlakını yaşasalar huzur bulurlar inşallah.
ŞEYHİMİZİN BÜTÜN DERDİ İSLÂMIN
YAŞANMASI İDİ

    Son dönemin büyük zatlarından Seyyid Muhammed Raşid Efendi'yi, biz de 6 halifesinden biri olan Molla Yahya Pakiş ile konuştuk. Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin babası merhum Abdülhakim Hüseynî (Gavs) döneminden bu yana Menzil Dergâhı’na hizmet etmiş olan ve Seyda Hz.lerinin vefatının ardından İstanbul'da ikamet eden Molla Yahya Pakiş ile evinde yaptığımız ohbette bazı bölümleri bugünün hatırası adına sizlere de sunuyoruz;
    Muhterem Hocam, Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin irşadı ve hizmetleri ile ilgili malumat verebilir misiniz?
   Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri'nin babası merhum Seyyid Abdülhakim Hüseynî'nin 4 halifesi vardı. Bunlardan biri de oğlu Muhammed Raşid idi. Muhammed Raşid Hazretleri babasının sağlığında ''Halifelik icazeti aldığı halde irşada başlamamıştı. Babasının vefatından sonra Menzil Dergâhı’nda Seyda Hazretleri'nin irşadı başlamış oldu. Bu irşat; ilim, uhuvvet ve tevazu ile 23 sene devam etti. Birçok insan Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri'nin vesileliği ile hakikate, hidayete ulaştı. O'nun döneminde Menzil Dergâhı adeta bir sehavet, uhuvvet ve ihlâs merkezi olmuştu. Türkiye'nin ve hatta dünyanın birçok yerinden Şeyhimizi ziyarete gelen, duasını talep eden, kendisine intisab eden insanlar huzur içerisinde, kardeşlik içerisinde İslâm'ı öğrenmeye ve yaşamaya başladılar.
    Bu meyanda merhum Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin özel hallerinden ve hususiyetlerinden de biraz bahseder misiniz?
     Seyda Hazretleri'nin en belirgin vasfı tevazuu ve merhameti idi. Kendisi hiçbir zaman hiç kimseye karşı incitici bir harekette bulunmamış, kin duymamıştı. Dergâhında binlerce kişi etrafında pervane olurken biz kendisinde kibir veya kabalık gibi herhangi bir hareketin zerresini bile görmedik. Ayrıca ilme verdiği ehemmiyet ve milletin cehaletten kurtarılması hususundaki ısrarı da önemli vasıfları arasında saymak lazımdır. Bütün Şeyhler keşf ve kerametleri ile sürekli anılırlar. Bizim Şeyhimizin de elbette birçok kerameti vardı. Fakat biz O zatı, her zaman ilme, âlime, uhuvvete, ihlâsa, İslam'a ve Ahlak-ı Muhammedî (s.a.v.)'ye verdiği ehemmiyet ve hususlardaki hassasiyeti ile tanıyor ve yadediyoruz...
   Muhterem Hocam, Şeyh Seyyid Muhammed Raşit Efendi'nin umumi sohbetler yapmadığını biliyoruz. Bunun sebebini sormak istiyorum. Bir de, hususi olarak sizlere tavsiyeleri olmuştur. Bunlardan birkaç örnek verebilir misiniz?
      Evet. Şeyhimiz umumi sohbet yapmazdı. Buna sıhhati ve zamanı müsait değildi. Bize yaptığı hususi tavsiyelere gelince, en önemli ikisi şudur: Şeyh Muhammed Raşid Hazretleri yakınlarına, halifelerine ve oğullarına siyasetten, particilikten uzak durmalarını ısrarla tembih ederdi. Müslümanlar arasında particilik yolu ile tefrika olabileceğini söylerdi. ''Camiye, Dergâha gelen herkes Müslümandır'' derdi...
       İkinci önemli nasihati ise; İslam ve iman hizmeti, ilim ve dua karşılığında maddi menfaat alınmaması, talep edilmemesi hususu idi...
    Şeyh Muhammed Raşid Efendi'nin halifeleri ve Menzil Dergâhı’nın bugünkü konumu hakkında da bilgi verebilir misiniz?
      Seyda Hazretleri'nin 6 halifesi vardır. Bunlardan üçü Seyyid'dir. Molla Hüsrev (Arvasi'dir), Kardeşi Seyyid Abdülbaki Efendi ve Seyyid Molla Abdülbaki... Diğer üç halifesi ise; Konya'da Molla Muhammed, Van'da Molla Ahmet (Aykaç) ve İstanbul'da da bendeniz (Molla Yahya Pakiş)... Menzil Dergâhı’nda şu anda şeyhimizin kardeşi Seyyid Abdülbaki Efendi bulunmakta ve irşad hizmetini sürdürmektedir. Menzil eskiden nasıl o bölgede kış içerisinde baharı, ateşler içerisinde suhuleti, huzuru ve uhuvveti temsil ediyordu ise, bugün de ve hatta İnşallah kıyamete kadar da bu şekilde devam edecektir. Zaten cemaatler, tarikatlar ve benzeri bütün teşebbüsler İslam'ın daha güzel anlaşılması ve yaşanılması hususunda birer şube hükmündedirler. Önemli olan birlik, kardeşlik ve ihlâstır. Seyyid Muhammed Raşit Hazretleri'nin hayatında en çok ehemmiyet verdiği özelliklere hassasiyet gösterildiği sürece bu hizmetler aynı şekilde sürecektir. Duamız, kıyamete kadar sürmesidir.
    ''Muhammed Gülü'' olan Seyyid Muhammed Raşit Efendi'yi biz de rahmetle anıyoruz.




Muhammed Raşid Hz.leri'nin halifesi
Molla Muhammed Hz.leri:
''Allah'ın emir ve nehiyleri üzerinde çok dururdu''

       Bize vakit ayırdığınız için Allah (c.c) razı olsun. Bazı bid'at ehli insanlar hâşâ tarikatı ve rabıtayı inkâr ediyorlar, bu konudan biraz bahseder misiniz?
       M. MUHAMMED HZ.LERİ: Rabıta hakkında bazı müslüman arkadaşlarımızın söyledikleri bize de geliyor. Bunu esefle karşılıyoruz. Her zaman insan dünya ile hatta pis fikirleriyle düşündüğü zaman haram olmuyor, küfür olmuyor. Bir evliyayı insan böyle düşündüğü zaman küfür olacağını ne akıl kabul ediyor, ne Kur'an kabul ediyor, ne hadisler kabul ediyor. Bunu söyleyen kişileri insan esefle, hayretle karşılıyor. Ve bunun hakkında ayeti kerimeler her ne kadar zahir olmasa da işaret olarak emrediyor. Esteuzu Billâh: ''künü maassadıkin'' ayeti kerimede ''sadıkin'' yani doğru olan kimselerle olun diyerek Allah-u Zülcelâl emrediyor. Onlarla beraber olmak zahiri olarak emrediliyor ise de manevi olarak da onlarla beraber olun emri vardır. Celaleyin tefsirinde, Allah razı olsun, ayeti kerime ''Yusuf Peygamber (a.s.) Züleyha'ya, birbirlerine meylettiği zaman, orada Yakup (a.s.) ellerini Yusuf'un (a.s.) göğsüne vurmak suretiyle onun bütün şehvetini çıkarmıştır'' olarak tefsir edilmektedir. Burada rabıtanın menfaati olduğunu ve insanın daima bir evliyayla veyahutta bir Peygamber hayaliyle olmasının, rabıtaya işaretle, günahlardan muhafaza olunacağını işaret ediyor. Aynı konu Kütub-i Sitte'de geçiyor. Yine rabıta hakkında hatta Ashab-ı Kiram'dan bir kişi Hz. Peygamber'e (s.a.v.) rabıta yaparak sonrasında namaz kılmış. Sonra da ''Şimdiye kadar böyle lezzet alarak namaz kılmamıştım'' demiş. Ve başka bir Ashab-ı Kiram'a bunu söylüyor. O Ashab-ı Kiram ona diyor ki: ''Sen nasıl Hz. Peygamberi (s.a.v.) böyle hayal ediyorsun yani rabıta ediyorsun? Bu küfürdür''. Bunlar ikisi beraber Hz. Peygamber'i (s.a.v.) yanına gidiyorlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu hoş görüyor. ''İyi yapmıştır'' diyor Ashab-ı Kiram'a. Bu cevabı da evliyanın büyükleri de söylemiştir. Kendileri de rabıta yapmıştır. Bundan dolayı onları küfre düştüler diye kabul etmek, böyle de düşünmek doğru değildir. Rabıta hakkında size kısaca bunları söyleyebilirim.
       Efendim, mürşidin müride tasarrufu nasıldır? Kitaplarda olduğu gibi, mürşid, her zaman ve her yerde, müridlerinin bütün yaptıklarına vakıf olur mu? Yoksa gerektiği zamanlarda mı vakıf olur?
          M. MUHAMMED HZ.LERİ: Hayır! ''O, devamlı olarak herşeyi bilir'' Vasfı Allah'a (c.c) ait olan bir sıfattır. Allah-u Zülcelâl dilediği zaman, mürşidi, kendi müridi üzerindeki olan halleri üzerine vakıf kılar. Ve mürid bunu bu şekilde kabul etmelidir. Acaba ben böyle bir hata yaparsam bu sefer Allah-u Zülcelâl benim mürşidimi benim hareketimin üzerine vakıf kılar mı diyerek bu korkuyla devamlı olarak günah yapmaması lazımdır. Bu sefer belki mübtela eder. Bu şekilde devamlı olarak günahlardan muhafaza etmek için bu şekilde düşünebilir. Fakat benim ne yaptığımı nerede olduğumu her zaman biliyor diye düşünmek yanlıştır. Bu sıfat Allah'a (c.c) ait olan bir sıfattır. Yani mürşidin mürid üzerindeki tasarrufatı ancak bu kadar olur.
    Peki, kurban mürşidler müridlerini yetiştirirken tasarruflarıyla kitap okumaya veya namaz kılmaya sevkederler mi?
         M. MUHAMMED HZ.LERİ: Eee tabii! Şimdi Hz. Peygamber (s.a.v.) tesbihatta sağ tarafa yüzünü çevirdiği zaman, yani namaz kıldıktan sonra cemaate sağ tarafa döndüğü zaman Ashab-ı Kiram'da hepsi o tarafa duruyorlardı ki Hz. Peygamber'in (s.a.v.) nazarı onların üzerinde olsun. Onun nazarı onların üzerinde olduğu zaman Allah-u Zülcelâl tarafından o kişiler üzerine bir feyz geliyordu. ''El ulema ve rasetül Enbiya'' Peygamberler nasıl iyiydi? Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonraki evliya ve ulemalar da aynı onun vazifesini görürler. Demek onların nazarı herhangi bir kimsenin üzerinde olduğu zaman, O nazarın manası şudur ki, yani o kişinin iyi olmasını Allah (c.c) diliyor manasındadır.
       Efendim, ilk defa Muhammed Raşid Hz. (k.s) ile ne zaman karşılaştınız?
       M. MUHAMMED HZ.LERİ: Benden önceki imam oradan ayrıldıktan sonra Seyda Hz. (k.s) benim kayınpeder Seydam Molla Abdul Samed'e Gavsın halifesine Kur'an Kursu için bir imam bir hoca bulabilirsek iyi olur diye söyledi. O da biraz araştırma yaptı. Bir kaç gün sonra son olarak demek ki âcizane bize nasip oldu. Seyda Hz.'ne (k.s) 20 sene hizmet etmek bana nasip oldu. Bana teklifte bulundu. Ben de onun yanına geldim. Seydam Molla Abdul Samed'le beraber Seyda Hz.'nin (k.s) yanına geldik. Bir kaç gün orada kaldıktan sonra, Seyda Hz. de bizi istedi ve o şekilde oraya geldik.
        Efendim kaç yıldır menzil’desiniz?
     M. MUHAMMED HZ.LERİ: 20 küsur yıl 1972 veya 73'dü. Öyle birşeydi herhalde.
        Sultan Hz. sofilere özellikle neler tavsiye ederdi, kurban?
       M. MUHAMMED HZ.LERİ: Özet olarak Allah'ın (c.c) emir ve nehiylerini yerine getirme konusu üzerinde çok dururdu. Özellikle nefsi ve bir de ucubü zail edecek hizmetlerin yapılması çok hoşuna giderdi ve severdi. Defalarca O'nda gördüğüm kadarıyla tesennü ve şöhrete meydan veren konuşma, davranış ve hareketlerden kaçardı ve yapmayı sevmezdi. Eğer, yani çok ilhah yapsaydı, ille ki yapacak bir durum olsaydı, kerhen gönülsüz olarak izin verirdi. Onun konuşma ve sohbetlerinden, daha fazla ve daha ziyade onun hareket ve davranışlarından istifade edilirdi.
     Seydam Sultan Hz. (k.s) size nasıl halifelik verdi, kaç yılındaydı, biraz bahseder misiniz?
        M. MUHAMMED HZ.LERİ: Âcizane bana izin verme şekli şöyle oldu: Bana izin vermeden önce bir kaç sefer kendi sohbetlerinde şöyle buyuruyordu; ''Halifelik iki kısımdır. Birincisi Sadatlar tarafından işaretle gelen halifeliktir. Bu hakikidir, bunun menfaati çoktur. İkincisi ise yalnız mürşid tarafından uzak bir yerde ihtiyaç vardır, o ihtiyacı görmek için verilen halifeliktir. Bu mecazidir, hakiki değildir. Bu halifelik sadece oranın ihtiyacını görmek için mürşid tarafından verilir. Bu hakiki değildir. O ihtiyacı gidermek için verilen bir halifeliktir. Bunun menfaati öbürü gibi olmaz'' diyordu. Onun yanında yirmi küsür seneden sonra, bir gün camiye bitişik güzel odasına beni çağırdı. Ve bana halifelik izni teklif etti. Ben âcizane teberru ile yalvardım ve dedim ''Ben bu göreve layık değilim. Ben zaten Seyda Hz.'nin (k.s) yanındayım. Bana ihtiyaç yoktur''. Bana şöyle buyurdu: ''Sadatın işareti vardır''. Onun bu lafı üzerine sanki ''Sen mecbursun'' der gibi hissettim ve daha bir şey diyemedim. Sonra bana talimat vermeye başladı.
   Efendim tasavvufa girmenin veya başka bir tabirle bir mürşide bağlanmanın insanlara ne tür faydası oluyor açıklar mısınız?
     M. MUHAMMED HZ.LERİ: İnsanlar tasavvuf yoluna girdiklerinde yani bir mürşide bağlandıklarında, o mürşidin denetiminde İslam'ın emirlerini yerine getirirlerse nefis terbiye olur. Ve haliyle nefsi terbiye olmuş kişinin çevresindeki insanlara karşı davranışları da İslam'ın emrettiği gibi faydalı ve iyi olur. Çünkü tasavvuf Hz. Peygamber tarafından bildirilen emirlere uymak, nehiylerden kaçmak suretiyle insanın ruhunun temizlenmesine ve güzel ahlak sahibi olmasına yol açar.
        Efendim tövbe etmenin hükmü nedir? Bu konudan da biraz bahseder misiniz?
      M. MUHAMMED HZ.LERİ: Tövbe etmek vaciptir. Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'inde tövbeyi emrediyor. Tövbenin mahiyetine gelince geçmişte yapmış olduğu günahlardan pişman olmak demektir. Mesela hırsızlık yapmıştır; pişman olup "keşke yapmasaydım", bir adama zulmetmiştir, "keşke zulmetmeseydim", namaz kılmamıştır; "keşke kılsaydım" diye samimi bir şekilde pişmanlığı dile getirmek ve hatadan dönerek emirleri yerine getirmeye başlamak tövbedir. Ayrıca bu şekilde tövbe demin de dediğim gibi vaciptir. Bütün müslümanların, herkesin tövbe etmesi lazımdır, gereklidir. Tövbe etmeden ölenin hali çok kötüdür. Bunların durumu kıyamet günü Rabbimizin yüce merhametine kalmıştır. Dilerse affeder, dilerse affetmeyebilir de...
          Efendim Seyda Hz.'leri (k.s) büyük tasarruf sahibi idi ve onu tanıyan, tanımayan bütün insanları mıknatısın demir tozlarını çektiği gibi kendine çekerdi. Akıllara durgunluk veren bu muhteşem hali nasıl izah edebilirsiniz?
         M. MUHAMMED HZ.LERİ: Seyda Hz.'lerinin (k.s) maneviyatı çok yüksekti. Bizlerin onun bu halini izah etmesi hiç kolay değildir. O’nun (k.s) yüksek maneviyatı insanları yanına çekiyor, yanına gelenler de himmet ve bereketinin büyüklüğünden değişiyorlardı. Mübareğin yanında yaşadıkları haller ve kerametler de onlara yardımcı oluyor, o insanların halleri kısa sürede değişerek iyiye doğru gidiyordu.
          Efendim, sofilere söylemek istediğiniz bir şey var mı?
          M. MUHAMMED HZ.LERİ: Allah (c.c) onlara yardımcı olsun. İnşallah, benim selamımı hepsine söyle.
      (Not: Muhammed Raşid Hz. (k.s) vefatından kısa bir süre önce ''Molla Muhammed kendine Konya'dan ya da Bursa'dan bir yer ara'' demiş, o da Seyda Hz. (k.s) ilk önce Konya dediği için Konya'dan yer almış.)
         MOLLA MUHAMMED HZ.LERİ İLE TASAVVUF, RABITA VE SULTAN SEYYİD MUHAMMED RAŞİD (k.s) HZ. HAKKINDA...

    Efendim, Sultan Seyyid Muhammed Raşid (k.s) Hz.'nin ahlakından ve davranışlarından biraz bahseder misiniz?
      M. MUHAMMED HZ.LERİ: Seyda Hz.'nin ahlakı Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ahlakına çok benzerdi. Bu bakımdan Hz. Peygamber Efendimize ahlakıyla benzeyen insan çok az olduğundan, onun bu yönünün ağırlığının önemi çok daha fazla olmaktadır.
        Seyda Hz.'nin yanında kaldığım 23 sene boyunca, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, siyer kitaplarında okuduğumuz bütün ahlaki özelliklerini, Seyda Hz.'nin yaşayışında, ahlakında tüm benzerlikleriyle görmem nasip olmuştur. Onun ahlakında herkesin her zaman görebildiği; hiç bir kimseye ''Niye bunu böyle yaptın'' veya ''Niye bunu böyle yapmadın'' diye, kolay kolay serzenişte bulunmamasıdır. Mesela bir gün camiye gelmişti. Daha henüz öğle ezanı okunmamıştı. Camide kimse yoktu. Seyda Hz. ile ben, yalnızdık. Buyurdu ki, ''Bugün yoruldum''. Ben, ''Niye Kurban? '' dedim. Seyda Hz.leri ''Gavs Hz.'nin dergâhında on onbeş yerde inşaat işi vardı. Hepsini işi ile uğraştım, onları düzenledim, sofilerin tevbeleriyle meşgul oldum'' dedi. İşte hepsini kendisi yapmıştır. Onun etrafında, bu işleri yaptırabileceği kimseler bulunuyordu. Seyda Hz. onlara, bu işleri yapın diye hiç emretmedi. Demezdi ki, bu işleri bunlar yapsınlar ben de şu işi yapayım. Onların yapıp yapmamasını kendilerine bırakır, işler yapılmazsa hepsini kendisi yapardı.
      Enes bin Malik (r.a.), ''Ben Hz. Peygamberin yanında senelerce hizmette bulundum. Hiçbir gün bana demedi ki, niye bunu yaptın, niye bunu yapmadın'' diye naklediyor. Bu sıfat, bu hal kolay kolay herkeste bulunmaz. İşte bu ahlakı, Seyda Hz.'nin yanında bulunduğum sürece onda görüyordum. Hareketlerinden, insanlarla konuşmasından, davranışlarından, her insan onu gördüğünde etkilenir ve isterdi ki, kendileri de bu ahlaktan ahlaklansınlar.
     İrşadı yalnız zahiri irşad olmuyordu. Onun çok az konuşmasına rağmen, maneviyatın etkisiyle yurtdışında da milyonlarca insanı kuşatan irşadlar yapması; tasavvuf münkirlerine ve bunu anlamak istemeyenlere, büyük bir ibret vesikası olmaktadır.  
     Efendim, zahiri irşaddan başka, bir de manevi irşaddan bahsediyorsunuz. Bu konuyu biraz daha açar mısınız?
     M. MUHAMMED HZ.LERİ: Evet, dediğim gibi, onun irşadı hem zahiri hem manevi cihette idi. İnsan onun yanında oturduğu zaman, hemen etkilenirdi. Türkiye'de ve Avrupa'da milyonlarca insana menfaati olan, hidayetlerine vesile olan ve çok az konuşan, Seyda Hz.'den başkasını görmedim. Demek ki yalnız zahiri değil, aynı zamanda manevi irşad da vardır. Gavs-ı Hizani (k.s.); ''Benim meclisime gelipte, benden menfaati olmayanlar, benim yanımdan uzaklaşsınlar'' demiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Hanzala isimli bir sahabe vardı. Hanzala, kendi kendine, ''Hanzala münafık oldu, Hanzala münafık oldu!.. '' dedi. Arkadaşları, ''Niye böyle söylüyorsun? '' dediler. O da ''Ben Hz. Peygamber'in (s.a.v.) huzuruna gittiğim zaman halim başka oluyor. Eve geldiğim zaman daha başka oluyor. Demek ki ben de münafıklık alameti var'' dedi. ''Her yerde Allah (c.c) var, Hz. Peygamber (s.a.v.) yanındayken de Allah var. Ben evimdeyken de Allah var. Ben niye Hz. Peygamber'in yanında değişiyorumda, evimde değişmiyorum''. Diğer sahabeler bunu duyunca, bizde de bu hal var dediler. Hatta Hz. Ebubekir (r.a.) dahi, ''Bu durum ben de var'' diyerek hep beraber cemaat halinde Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanına gittiler. Durumlarını ''Ya Resulullah, biz senin yanına geldiğimiz zaman, hep Allah'ı hatırlıyoruz. Fakat eve gittiğimiz zaman halimiz daha başka oluyor. Biz zannediyoruz ki, bizde münafıklık alameti var'' diye dile getirirler. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu sözleri işitince Ashab-ı Kiram'a şöyle buyurdu: ''Eğer siz, benim yanımda durduğunuz gibi kalsaydınız hepiniz aç kalacaktınız, çocuklarınıza hiçbir şey götüremeyecektiniz...''Ashab-ı Kiram bu sözleri duyunca sevindiler. İşte Seyda Hz.'nin yanına, içki içen, kötü yolda insanlar geliyordu. Seyda Hz.'nin yarım saatlik nazarı sonucu, o insanda büyük değişmeler oluyor, içkiyi bırakıp namaza, zikre başlıyordu. Hâlbuki o insana, zamanında dil ile zahiri olarak vaaz, nasihat yapılmış ama o vaazın hiçbir menfaati olmamıştır. Seyda Hz.'nin yanında değişmenin menfaatinin sonucu olarak anlaşılıyor ki, irşad yalnız zahiri olmuyor, manen de irşad oluyor. İşte Seyda Hz.'nin bu yaşayış tarzı, Varisül Enbiya olduğuna delildir.   
         Seyda Hz, İslamı yaşamaya o kadar dikkat ederdi ki hatta bir gün beni yanına çağırdı ve ''Hem şeriatta, hem tarikatta, benim üzerime casus olacaksın. Yani ben bir yanlış hareket yaparsam, beni o konuda uyaracaksın''buyurdu. Ben onu o kadar azametli gördüğüm halde, o böyle tevazu gösteriyordu. İşte bu, onun büyüklüğünün delilidir. Ancak Gavs Hz.'nin bir sohbet kitabında'' kendi yerine kendinden daha büyük bir şeyh bırakmadan vefat eden bir mürşid, indallah da mesuldür''dediği ve Gavs Hz.'nin, vefatından önce bu sözü hatırlayarak'' Elhamdulillah biz bunu yaptık, Raşid bizden büyüktür'' dediği sözleri yer almaktadır. Hatta sofiler Gavs Hz.'ne bazen soru sormaya geldiği zaman, Gavs Hz. tebessüm ederek, '' Siz onu, Muhammed Raşid'e sorun, bizim mühendisimiz de odur'' dediğini, anlatanlardan duydum. İşte bunlar, Seyda Hz.'nin ne kadar büyük bir zat olduğuna delillerdendi.
        Seyda Hz.’nin ahlakından bahsetmek, denizde bir damladan konuşmak gibi. Ama dilimiz döndüğü kadar bir iki izahata daha bulunmaya çalışalım. O kimseye, bu iyidir, bu fasıktır, bu sadıktır gibi ayrım yapmadan, herkese güler yüzlü olur, onları İslam dinine getirmek için Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi, yumuşak bir şekilde onları irşad ederdi. Onun hilmi de çoktu. İnsan onun yanında kaldığı zaman, tarikatın Allah-u Zülcelal'e yaklaşmak için ne kadar büyük bir yol olduğunu anlıyor.
      Hakikaten insan kalbinde, içinde, ruhunda onun ne büyük ve ne güzel olduğunu anlıyor. O hali keşke dille anlatabilseydik. Çünkü tarikat öyle bir şey ki, ancak Allah-u Zülcelâl biliyor. Ahiret için, insanlara çok menfaat veriyor.
         Seyda Hz.'nin yanında kaldığımız müddetçe, o kadar insana hidayet vesilesi
oluyordu ki, hiç konuşmayan bir insan, bu kadar insanı etrafında toplayıp onlara nasıl vesile oluyor, aklımız çözemiyordu. Bir öğretmen gördüm, ona cezbe geliyordu, bağırıyor, çağırıyordu. ''Bütün Türkiye'yi gezdim, her yeri gördüm. Ama bu Menzil'in halini anlamadım. Aklım bunu çözemedi'' diyordu. Hakikaten de bunun tadını ancak bilen, ondan biraz pay alan şahıs bilir.
    Efendim, tasavvufun gerekliliği, insanlara neler verdiği hususundan bahseder misiniz?
      M. MUHAMMED HZ.LERİ: Tasavvuf tevessülden ibarettir. Daima insan, tevessül yaptığı zaman, Allah-u Zülcelal'in, insanlardan hem zahiri hem manevi olarak ne istediğini, ancak tasavvufta bulabiliyor. Dikkat edersek tasavvuf daima insana Allah-u Zülcelal'in karşısında teberru, korku içinde olmasını, yumuşak şekilde olmasını emrediyor ve insanın öyle olmasını istiyor. Teberru ile Allah-u Zülcelal'in büyük kudret ve azamet sahibi olduğunu insanlar bu şekilde anlıyor. Bu da Ashab-ı Kiram'ların meşrebidir. Onlar da aynen öyle iyiydiler. Hz. Ebubekir gibi, Hz. Ömer gibi, annemiz Aişe gibi (r.a.), bunların hepsi de ''Keşke biz dünyaya gelmeseydik, ölseydik'' veyahut bazıları ''Bir ot olsaydık, hayvanlar bizi yiyip biz yok olsaydık'' diyordu. Niçin böyle diyordular? Çünkü biz Allah-u Zülcelal'in azameti karşısında O'nun ibadetini, O'nun hakkını hakkıyla yerine getiremiyoruz diyorlar. Kendilerini bu mevzuda zayıf görüp, zayıf hissedip, Allah-u Zülcelâl, azamet ve kudret sahibidir buyurdular. Tasavvuf, insanları aynı meşrebe götürüyor. Hz. Peygamber (s.a.v.), çok hadislerinde şefaatten bahsetmiş... Şefaat, tevessül manasındadır. Şefaatten gaye, herhangi bir kimseye vasıta olup Allah-u Zülcelal'in, onu affetmesidir ve insanlar şefaat istediği zamanki şefaat manasının yeri bu oluyor. Şefaat, Hz. Peygamber (s.a.v.) elindedir. Ondan isteyecektir. ''Ya Resulullah, bana şefaat et'' dendiğinde, O da sana şefaat edecektir. O'nun şefaati de yine Allah'ın (c.c) izniyledir. Allah-u Zülcelâl izin vermediği zaman, sana şefaat edemez. Allah'ın (c.c) izniyle şefaat oluyor. Evliyaların şefaati de himmeti de, o da aynen böyledir. Yine Allah'ın (c.c) izniyledir. Hepsinin hakiki faili Allah (c.c.)'tır. Allah-u Zülcelâl, Peygamberleri, Evliyaları da vasıta kılıyor insana.
        Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bir âmâ insan vardı. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanına geldi ve ''Ya Resulullah ben âmâyım. Benim elimden tutacak kimse yoktur. Bana dua et ki, gözlerim iyi olsun. Perişanım'' dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.), bir abdest al. Abdest aldıktan sonra iki rekât namaz kıl. Ondan sonra de ki, ''Ya Rabbi, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hürmetiyle benim gözlerimi iyi yap, bana göz ver Ya Rabbi'' diye dua et'' dedi. Orada bulunan ashab anlatıyor; ''O adam gitti, abdest aldı, iki rekât namaz kıldı. Bu duayı yaptıktan sonra yanımıza geldi. Sanki onun gözü önceden hiç âmâ değilmiş gibi, sağlam bir şekilde yanımıza geldi''. Bu olay, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında idi. Hz. Peygamber (s.a.v.), dünyadan ayrıldıktan sonra Ebubekir, daha sonra İmam Ömer gitti. Ve Hz. Osman zamanında da bir insan, Hz. Osman'ın (r.a.) yanına, bir hacet için gitmişti. Hz. Osman ona hiç kulak vermiyor. Yine o zaman Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanında olan aynı ashab, o hacet sahibi ile karşılaşıyor. ''Ben Hz. Osman'ın (r.a.) yanına gidiyorum. Benim bir ihtiyacım var. Hiç bana kulak asmıyor'' şeklinde yakınınca, o ashab: ''Sana bir şey öğreteyim mi? '' deyince, ''Nedir? '' dedi. ''Git, bir abdest al, ondan sonra iki rekât namaz kıl, de ki Ya Rabbi Hz. Peygamber  (s.a.v.) hürmetiyle, kendi halimin hürmetiyle Hz. Osman'ın yanında bir hacetim vardır, onunla Hz. Osman ilgilensin, o vasıta olsun. Bu şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v.) hürmetiyle Allah'a (c.c) yalvar'' dedi. O da söyleneni yaptıktan sonra tekrar Hz. Osman'ın (r.a.) yanına gider. O zaman Hz. Osman (r.a.), ona öyle hürmet ediyor ki, sanki önceden o adamı görmemiş gibi. Sen benim yanıma gelmemişsin diyerek onun hacetini yerine getiriyor. Ve o adam, o ashaba teşekkür etti. Bu iki hadis-i şerif Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatında ve ondan sonra da tevessül yapmayı açıkça gösteriyor, Evliyalar da Hz. Peygamber'in varisleridir (Âlimler Peygamberlerin varisleridir) ta ki dünya yok olana kadar. Evliyalar da Hz. Peygamber'in varisi olarak görev yapacaklar.
        Rabıta konusunda, kafası karışıp fitne yapanlar vardır. Onların sandığı gibi, rabıta bir ibadet değildir. Onlar yanlış anlıyorlar. Sanki mürşide rabıta edildiğinde, ona ibadet yapıldığını sanıyorlar. Bu yanlıştır. Bu rabıta o anlamda, ibadet değildir.
       Rabıta bir evliyanın muhabbetini kazanmak ve kalpteki kötü hatıraları izale etmek içindir. Rabıtanın manası, Arapça'da, kalbi herhangi bir şeye bağlamaktır. Şimdi bir insan, burada oturuyor, oysa kalbi, kendi dükkânındadır. Aslında o, dükkânın rabıtasını yapıyor. Rabıta odur. Kalbi, düşünceyi, fikri nereye bağladıysan, onun rabıtasını yapmış olursun. Onun muhabbetini kazanmak için, bir Evliyaya böyle rabıta yaptığımız zaman, o, münkir olan, inkar eden şahısta diyor ki; rabıta küfürdür!.. Peki sen, niye namazın içinde dahi, aklına ve kalbine Allah'tan başka her şeyi getirerek Allah'ın (c.c) huzuruna giriyorsun?... Allah'tan (c.c) hiç haberin yoktur. Senin kalbin dükkânındadır, sokağındadır, bilmem nerededir... Niye orası küfür olmuyor da, namaz harici bir zaman da, bir Evliyayı, onun muhabbetini kazanmak için düşünmen ve hayal etmen küfür oluyor! Ne kadar yanlış bir düşüncedir. İnsan, Allah-u Zülcelal'e ibadet eden, zikir yapan, mümin, salih bir kulu, Allah için seviyorsa bu rabıtadır. Allah için sevmek, Allah için buğzetmek. Bunu hadis-i şerif emrediyor. Allh-u Zülcelâl emrediyor. Bir evliyayı böylece düşünüpte, onun muhabbetini kazanmakla Allah'ın (c.c) emrini yerine getiriyorsun. Birisi de çıkıyor, Küfürdür diyor! Ondan sonra da bizzat kendisi, namazın içinde Allah'ın (c.c) huzurunda her şeyi düşünüyor, tüm dünyayı dolaşıyor... Bu ona göre küfür olmuyor, fakat sen Allah'ın (c.c) ve Peygamberin emrine uyarak bir Veliyi, Evliyayı düşünmen ve sevmen küfür oluyor! Üstelik de namaz dışında. Bu konuyu daha fazla uzatmanın faydası yoktur. Eğer inat olmazsa, herkesin rabıtayı böylece kabul etmesi lazımdır. Nitekim Gavs-ı Hizani (k.s.); ''Tarikata münkirlik yapan şahıs cahildir, bilmiyor ne olduğunu. Hakikatini, iyi bir şey olduğunu anlayacaktır sonunda... Mutlaka onun ilacı vardır ve mutlaka bilecektir. Peygamber Efendimizin amcası Ebu Talip diyordu ki; benim kardeşimin oğlu Muhammed (a.s.v.) haktır. O'nun yolu haktır. Fakat bizim babalarımız, dedelerimizin yolu değildir. Ben onların yolunu terketmiyorum. Bunlar da hak olduğunu biliyorlar fakat inatla inanmıyorlar, kabul etmiyorlar. Bunun ise ilacı yoktur'' buyuruyordu.
         Efendim, rahmetli Seyda Hz.leri'nin ilme verdiği önemden bahseder misiniz?
       M. MUHAMMED HZ.LERİ: Seyda Hz. (k.s.a.)'nin köyünde, Kasrik'de, Menzil'de her yerde daima onların medresesi vardır. Bir âlim tutuyorlardı tedrisat yapmak için. O kadar ilme değer veriyordu. Sohbetlerinde bunu daima söylerdi. İki arkadaş, iki kardeş vardı. Birisi dedi ben ilim okumaya gideceğim. Birisi de ben sofilik yapacağım, mağaralara gidip ibadet yapacağım diyor. Birisi gidiyor ilim okuyor. Birisi de mağaraya gidiyor ibadet yapıyor. Ondan sonra oradan dönüyorlar. Birisi onlardan diyor ki o âlim okuyan ben kardeşimin yanına gideyim, onun hali nedir?
      Gidiyor bakıyor ki ibadet yapıyor hakikaten. Fakat bakıyor, onun sarığının ucunda siyah bir şey gözüküyor. Bu nedir kardeşim diyor. Bu bir faredir diyor. Bir gün ben namaz kılarken benim namazlığımın önünden geçti. Ben de bir şey vurdum ona öldü. Ben dedim bunu öldürdüm. Bunun hakkı benim tarafıma geçti. Ancak bunun hakkını nasıl eda edeceğim. Bunu sarığın içine koyacağım, beni affetmesi için buraya koyacağım, öyle namaz kılacağım dedi. O zaman âlim olan ona diyor ki; ''Sen kendini mahvettin, Evin yıkıldı''. Sarığına fareyi koyan ''Niye'' deyince âlim olan; ''Sen o kadar namaz kıldın hepsi kazadır senin. Allah razı olsun o oradayken namaz kılınır mı, kaza oldu namazının hepsi'' dedi. İşte bak ilimsiz olan âlim sahibini böyle yapıyor. Bütün namazlarını, 7 sene, ne kadar namaz kıldıysa hepsi onun üzerine kaza oldu. Seyda Hz. sohbetlerinde diyor ki ''İlim, okunmadan böyle amel yapmak yerini bulmuyor, İlla ki Allah-u Zülcelal'in yolu ilim okumak ve onunla amel yapmaktır. Seyda Hz. âlimleri çok severdi. Hatta Şah-ı Hazne'nin torunu Şeyh Seyfeddin bir gün Menzil'e gelmişti. Onunla oturuyorduk beraber. Şeyh Seyfeddin tebessüm ederek Seyda'ya sen Molla Muhammed'i çok seviyorsun deyince, o ben bütün âlimleri seviyorum'' dedi. Bütün âlimleri hakikaten Seyda Hz. ayrı olarak çok sever, değer verirdi. Cahillerdense âlimleri çok sever ve sohbetlerinde ilimden bahsederdi. İlim Allah-u Teâlâ’nın rızası ve cennetin yoludur. Yolu bilmeden nasıl insan Allah-u Teâlâ’nın rızasına ve cennetine gidecek. O yolu bilecek ve o yoldan çıkacaktır. Hz. Peygamber (a.s.v.) hadis-i şerifinde, ilim hakkında buyuruyor: ''Kim evden ilim okumak için, ilmi talep ederek evden evinden çıkar veya çıkmaya niyet ederse Allah-u Teâlâ bir melaike-i kiramı onun kapısının önüne gönderir, benim kanatlarımın üzerinde ilim okumaya git diye, Allah-u Zülcelâl o meleği gönderir. Dikkat edersek hiç bir amel için Allah böyle yapmamıştır. İnsan hacca giderse, Camiye, cemaate giderse, meleklerini göndermemiş, hatta cihada giderken dahi bunu söylememiştir. Anlaşılıyor ki Allah'ın rızası için, cennet için, hakiki ve en doğru yol ilim yoludur. İmam-ı Gazali de buyuruyor, yalnız ilim, sahibini fasık yapar, amelsiz ilim de sahibini zındık yapar. Eğer hakiki yolda olmak istiyorsanız ilim okuyun ve o ilim ile amel yapın. İlim Allah-u Teâlâ’nın rızası için cennet için netice olarak ilimsiz olmaz.
        Tasavvuf ehlinin cihadı nasıl olmalı ve nasılş yaşaması gerekir?
       M. MUHAMMED HZ.LERİ: Seyda Hz.leri: Hz. Peygamber (a.s.v.) zamanında Uhud harbinde 70'den fazla ashab-ı kiram şehit olmuşlardır ve dönünce haremi şerifin avlusunda efendimiz ''Biz ufak harbden döndük, büyük harbe geldik'' demiş. Ashab ''Büyük harb nedir Ya Resulullah, bundan büyük harb var mı? '' deyince de Peygamber Efendimiz ''Evet, nefis ve şeytanla cihad yapmak'' demiştir. Nefs ve şeytanla cihad yapmak düşmanla harb yapmaktan daha büyüktür buyurmuştur. Çünkü o düşmanla harb yapmak, iki, üç gün, dört gün, bir hafta idi. Bu büyük cihat ise devamlı ölünceye kadardır. Nefsle, şeytanla harb yapmak ölünceye kadardır. O düşmanla yapılan harbde düşmanları görüyoruz, nefsle şeytanı görmüyoruz. Nefis ve şeytanla harp devamlı olup onları görmediğimizden düşmanlarla yaptığımız harbden daha büyüktür ve zordur. Cihad işte budur, nefis ve şeytanla mücadele yapıldığı zaman, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kastettiği manevi cihat devreye giriyor. Nefsiyle insan mücadele ettiği zaman o zahiri düşman da karşısına gelse, onunla da cihad yapacaktır. Çünkü şeytan ve nefsini, insan yendiği zaman o zahiri düşmanlarla da haliyle karşı karşıya geldiği zaman herkesten daha ziyade harbi onlarla da yapacaktır. Cihad budur işte nefis ve şeytanla mücadele yapmaktır. Yani, şeriati, fıkhı, haramlardan kaçarak yaşamak, farzlardan nafilelere kadar, müstehablara, mendublara kadar da yerine getirmektir. Nefisle ve şeytanla mücadelenin bu şekilde yapılması gerekir.
         İlim öğrenmek gerekiyor, tabii buna her ilim giriyor. Mesela ilk önce itikat. İtikat konusunu iyi bilecek, mesela her şeyin Allah-u Zülcelal'in elinde olduğunu. Peygamber olsun, evliya olsun birer vasıta olduğunu, yani Allah'ın dilediği zaman insanların onlardan menfaat göreceğini, yoksa Allah dilemediğinde hiç kimseden menfaat yoktur şeklinde bilinecek. İtikat konusunda melekler, peygamberler ve kitaplar var bilecek. Sonra fıkıh, oruç, hac, zekât hakkında rükunları, vecibelerini bilecek. Ahlaki konuları sabır, ilim, merhamet, kıskançlık yapmamak gibi ilimleri bilmek, insanlara kötü düşünmemek, onlara yardımcı olmak, emri bil maruf yapmayı bilecek, ilim daima doğru götürecek, menfaat verecektir. Eğer yapmasa dahi de bilecek, hiç olmazsa kusurlarını bilecek, ilim sahibi yapmasa da burada kusurlarım var diyecektir. Fakat bakıyoruz zahiri ilim yalnız kâfi gelmez, âmâ gibidir. Çünkü şeytan diyor birgün ağlamış, bağırmış, çağırmış, onun askeri etrafına toplanmış, büyüğümüz nedir diye sormuşlar, o demiş ki bir ayet nazil oldu daha insanlara günah zarar vermiyor. Nedir? ''Tövbe ayeti... '' Çok yerlerde tövbe ayetleri hâsıl olduğunda böyle bağırmaya, çağırmaya başladılar. Onun askerleri ona dediler ki biz insanlara öyle bir şey yapacağız ki, onlar kendilerini hatalı olarak bilmeyecek. Hata yapsalar bile yaptıklarının hata olduğunu bilmeyecek veya ondan dolayı tövbe edip düzelebileceklerini bilmeyecekler, işte böyle düşünen cahillerin durumu çok zordur. İnsan hatalı olduğu zaman hatalı olduğunu bilmelidir. Nasıl mesela. Herkes bilmelidir ki, Allah'ı devamli zikretmek, irşad yapmak, arkadaşlarına menfaatli olmak, iyilik yapmak gibi bunlar hep İslam'ın emridir. Böyle olmadığında insan hatalı olduğunu bilir. Kendini düzeltmek için daima kusurlarını arayacak, hataları düzeltmeye çalışacak, noksan olan evsafları izale edip güzel evsafları kendinde bulundurmak için gayret edecek. Kâmil insan olmak için ölünceye kadar mücadele edecek, çünkü insan için yükselmenin ilerlemenin sınırı yoktur, dereceler Allah katında bitmez. O dereceleri daima kazanmak için eksik sıfatları izale edecek, güzel sıfatları kazanmak için gayret gösterecektir. Bu hem zahiri, hem manevi ilimlerdendir. Yani ilim bir kelimedir, Ama içinde neler vardır. Bunların hepsini bilecek ve onları hem zahiri hem manevi olarak uygulayacağız. Zahiri olacak, elleri, ayakları, bir de kalbi, ruhu ve canıyla da yapacaktır.
       Eklemek istediğiniz veya okuyucuya bir mesajınız var mı?
    M. MUHAMMED HZ.LERİ: Ben en çok şunun üzerinde durmak istiyorum doğrusu. İnsanlarda bir gevşeme vardır. Yani nefis ve şeytanla mücadele etme konusunda bakıyorum ki bizim müslümanlarda, biz de gevşeme vardır. Bunun şuurunda olmamız lazımdır. Biz taksirat sahibiyiz Allah-u Zülcelâl karşısında. Biz yapamıyoruz, bunu bilmemiz lazımdır. Bildikten sonra da o şuurda olduğumuz zaman bunu izale etmek için gayret göstermemiz lazımdır. Mesela diyelimki bir kişi cemaate gitmiyor. Diyelim geceleri namaza kalkmıyor. Teheccüd yapmıyor. Diyelim sabah namazına geç kalkıyor veya hiç kalkmıyor, cemaate de gelmiyor. İlim talebeleri okumuyor. Tüccar olan şahıslar bütün zamanlarını dünyaya veriyor. İbadetini aksatıyor. Mümin, bunların şuurunda olması lazımdır. Bu gevşekliği, bunu insanın atması lazımdır. Bunun şuurunda insan olacak. Yani kendini yaptığından dolayı ayıplayacak, en az levvame olacak. Daima onun emmare nefsi olmayacaktır. Emmare nefsi, daima onu kötülüğe sevkediyor. Ölünceye kadar böyle yaşamakla olmaz. Hiç olmazsa bundan atlayıp, levvame nefse geçmesi lazım. Daima kendi nefsine hitap edecek, işte o zaman ilerleyecektir. Ne kadar ibadet yaparsa yapsın daha azdır diye düşünecek, gayret edecektir. Çünkü Sadat-ı kiramlar ayaklarını yere vurmuşlar. Ya nefsim senin 2-3 günün bir gidiyor. Ne oldu sana? İlerleme yap diye bu şekilde kendilerine hitap yapıyorlardır. Şimdi dediğim gibi şeytan ve askeri insana hatalı yoldan ısrar etmeyi öyle yerleştirmiş ki, ben tamamım, işim doğrudur dedirtmiştir. Benimki tamamdır. Ben ilim, irşad yapıyorum. Ben şöyle ediyorum, ben şunu yapıyorum, ilim okutuyorum, ben müderrisim, ben irşad yapıyorum, ben şeyhim, veyahutta ben sofiyim, gibi insanı kandırmak, oyalamak istemiştir. Bununla kâfi gelmez. Daha yapmamız lazım. Daha gayretli istememiz lazımdır.



 MOLLA ABDUSSAMED HZ.LERİ'NİN DİLİNDE GÖNÜLLER SULTANI

    Efendim, tasavvuf ehli olsun olmasın, müslümanlara tavsiyeleriniz nelerdir? Müslümanlar nasıl yaşamalı?
     MOLLA ABDUSSAMED HZ.LERİ: Herkese diyorum ki, hem sofi olun hem de tavizsiz olarak Allah'ın (c.c) emirlerine sımsıkı sarılın. Nefis isterse istesin, istemezse istemesin. Allah'ın (c.c) emirlerine, Allah'ın (c.c) istediği gibi sarılın, nefsin istediği gibi değil. Allah'ın (c.c) ipine sarılınacak. Şah-ı Nakşibend Hazretlerine soruyorlar:
        ''Bazılarının müridleri denizin üstünde yürüyor''. Cevap veriyor,
        ''Kurbağa da yürüyor.''
        ''Bazılarının müridleri uçuyor.'' diyorlar,
        ''Kuş da uçuyor'' diyor.
      ''Bazılarının müridleri buradayken, öğle namazını Mekke'de kılıyorlar.'' diyorlar. Diyor ki;
         ''Şeytan da Şarkta iken, bakıyorsun bir Garpta.''
         ''Peki, söylediklerinizin hikmeti nedir? '' diye sorduklarında,
     ''Bunun tek hikmeti, istikamet üzere olmak gerektiğidir. Bir insanın, hal ve hareketleri Allah'ın (c.c) emirlerine, Resulullah (s.a.v.)'in sünnetine uygun olduktan sonra, gerisi önemli değildir. Keşif bazen insan da olur. İnsana bir his gelir, sanki ilham gibi bir şey olur. İşte bunların arkasına düşülmeyecek, bunların arkasına düşülünce istikamet gidiyor. Bu haller, Allah'ın (c.c) emrine uygunsa, o şekilde hareket edecek, o da kendi nefsinde duracak kimseye söylemeyecek. Bazı sofilerin keşfi açılıyor. Bu keşif cinden de olur, şeytandan da olur, onun hal ve hareketlerine bakacaksınız, hal ve hareketi şeriata uygunsa, onu kabul edecek, değilse etmeyeceksiniz. Üstelik de o kişi iddia ediyor, benim şeyhim Gavs'dır, ben Gavs'ın müridiyim diyerek kendisini haklı gösteriyor. Hem de Allah-u Zülcelal'in dinine darbe vuruyor. Bazı sofiler diyorlar ki, ''Ben Seyda'yı gördüm, ben Gavs'ı gördüm, şöyle yapıyorlardı, bana söyledi'' derler. Bunların hepsi yalandır. Böyle şey yoktur, şeriata muhaliftir. Bir mürid, kendi şeyhinin hal ve hareketlerini bilemez, o yalandır. Bunu yapan kişi sofileri kandırıyor. Önemli bir husus da; bir mürid, yeri geldiği zaman, yani ihtiyaç olduğu zaman, nerede olursa olsun, insanlara bildiğini tebliğ edecek. Sorulduğu zaman söyleyecek. Tebliğ herkesin vazifesidir. Allah (c.c) yardımcınız olsun.
      Efendim, eskiden tarikatlara ilim sahibi, takva insanlar alınırlardı. Şimdi ise herkes girebiliyor, bunun hikmeti nedir?
      MOLLA ABDUSSAMED HZ.LERİ: Önceleri bu kadar, Allah'a (c.c) isyan, Allah'ın emirlerini çiğneme yoktu. Bu nedenle, takva ve istidatlı insanlar tarikata alınırlardı. Şimdi ise Allah (c.c.)'ın emirleri çiğneniyor, herkes günahlar içinde... İş,
Onları, sadece Allah'a (c.c) yöneltmektir.
        Efendim, tarikatların gayesi nedir?
        MOLLA ABDUSSAMED HZ.LERİ: Tarikatın gayesi, insanın yönünü Allah'a (c.c) yöneltmektir. Allah'ın (c.c) nehiylerinden de sakındırmaktır. Sahabelerin hepsi de Resulullah (s.a.v.)'a bağlıydılar. Bu yola da insan baktığı zaman, şeriate tamamen uygunluk görür. Peygamber Efendimizin hal ve hareketlerinin aynısı Sadatlarda da mevcuttur.
    Efendim, mürşid biat etmeden veli olunabilir mi? Nefis tezkiyesi başarılabilir mi?
         MOLLA ABDUSSAMED HZ.LERİ: Çok nadiren olur.
        Bidat ehli bazı insanlar, rabıtayı reddediyor. Bu konuda neler söylersiniz?
     MOLLA ABDUSSAMED HZ.: Bir müslümanı bu fikirle suçlamak caiz değildir. Eğer insan, bir müslümana kâfir derse kendisi kâfir olur. Daha sonra Allah'ın (c.c) dediği ayet-i kerimede doğrularla beraber olun. ''Çünkü insan doğrularla beraber olduğu zaman, hal ve hareketleri değişir, Allah'a (c.c) yöneliyor. Şimdi sürekli onlarla beraber olunmadığı için, 5–10 dk. Allah'ın (c.c) dostu düşünülüyor. Bu vesileyle kişinin hal ve hareketleri değişir, Allah'a (c.c) yöneliyor. O cihet de buna delalet ediyor. İkincisi onlara soruyorum; adam namaza durduğu zaman başkalarını kendine namahrem kadınları, kızları, malını, hayvanlarını, aklına ne gelirse bunları düşündüğü zaman kâfir olmuyor da biz, bir Allah dostunun rabıtasını ettiğimiz zaman mı kâfir oluyoruz?
       Mürşidin, müride tasarrufu nasıldır? Mürşid, müridin her zaman yaptığına vakıf olur mu?
        M. ABDUSSAMED HZ.LERİ: Her şeyi Allah (c.c) yapıyor. Mürşid, tasarrufuna girmiş bir müridinin günaha girdiğini görse, müridine dua eder ve ona bir şey olmaz. Allah (c.c.), mürşide, müridinin hallerini gösterir. Bunun faili yine Allah (c.c.)'tır. O müridi, mürşide gösteren, o dertten kurtaran yine Allah (c.c.)'tır. O nedenle, mürid, bu işin failini mürşidi olarak bilmeyecek zaten. Allah-u Zülcelâl bildirirse bildirir, bildirmezse bilemez. Ama mürid itikat edecek ki, benim mürşidim, hal ve hareketlerime muttalidir yani biliyor.
         Efendim, şimdi vefatının sene-i devriyeleri nedeniyle, Seyyid Muhammed Raşid Hz. ile ilgili hatıralarınız ve beraberliklerinizden bahseder misiniz?
      MOLLA ABDUSSAMED HZ.LERİ: Muhammed Raşid Hz., sofilerle birlikte sabahtan akşama kadar hizmet ederdi. Kimse onun, Gavs'ın oğlu olduğunu bilmezdi. Ayrıca kendisinin çok ameli vardı.
        Gavs Hz.'nin yanındaydım, Seyda Hz. sakal bırakmıştı. Gavs Hz. ona sakal duası yaptı. Fakat çok uzun dua yaptı. Anladım ki Seyda'ya halifelik verecek, o nedenle çok dua ediyordu. O zaman henüz kendi çocuklarına halifelik vermemişti.
      Efendim, Muhammed Raşid (k.s) Hz. sohbet etmediği halde, birçok insan etrafına toplanmıştı. Bunun hikmeti nedir?
        MOLLA ABDUSSAMED HZ.LERİ: İnsanın gayesi Allah (c.c) olduğu zaman, o çektirici kuvveti, Allah (c.c) ona veriyor. Gavs-i Hizani (k.s.), bir sohbetinde diyor ki, ''Sükûtumuzdan birşey anlamayan sohbetimizden de bir şey anlamaz.''
           Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri'nin halifesi
Seyyid Yusuf Arvas Hz.leri:
''Tarikat olmazsa ilim fayda vermez.''

      Efendim, önce bize vakit ayırdığınız için Allah (c.c) razı olsun. Tarikatların gayesi nedir, biraz bize bahseder misiniz?
           S.YUSUF HZ.LERİ: Tarikatların lugat manası yol demektir. Bu yol maneviyat yoludur. Bu yolda ilerlemek için mürşidi kâmil gereklidir, herkes bu tarikat işini bilemez. Tarikatın kârlı olduğuna dair çok deliller vardır. Hem dünya için, hem ahiret için. Hatta dünya için çok menfaatler vardır. Bir sürü günah içinde olan insan kurtulmak istiyor. Mürşidi kâmilin sayesinde o günahtan yüz çeviriyor. Yapmamış oluyor. Eğer onu yapsaydı imanı giderdi. Hatta bir sofi, Beyazıd-ı Bestami'den (k.s) soruyor; ''Sizin bizim üzerimize olan hakkınız nedir? Bizim sizin üzerinize olan hakkımız nedir?'' Mübarek de vakit gelince sana söylerim diyor. Sofisini çağırıyor sen falanca şehre git, oranın sultanına bu mektubu ver diyor. Cevabı al getir diyor. Çok uzak ve iki aylık bir yoldur. Sofi hiç birşey demeden (hiç itiraz etmeden) Kurban benim param yoktur, harçlığım yoktur, nasıl gideceğim demeden, üstüm başım yoktur demeden hemen alıp yola çıkıyor. O şehre gidip mektubu sultana veriyor. Sultan da, o sofinin istirahat etmesi için hamama götürün, yıkansın, güzelce temiz elbiseler giysin, bir odaya koyun, karnını doyursun, bir tane de cariye verin ona hizmet etsin. O kadar izzet ikram yapıyorlar. Sofi kendine ayrılan odaya istirahate için gittiğinde cariye de yanına geliyor. Sofi cariyeyi görünce nefis, şeytan ona musallat oluyor. Bak ne güzel kadın şöyle boylu öyle poslu diye vesvese vere vere hemen cariyeyi tutmak için kast ederken, duvardan Beyazıt-ı Bestami Hz. (k.s.)'nin cemaate sohbet ettiğini görüyor. Hey ey akılsız! Sen Yusuf (a.s.) kıssasını unuttun mu, deyince, sofi yere düşüyor, cariye de kaçıp gidiyor. Sofinin bir zaman sonra aklı yerine geliyor. Ben ne yaptım, dedi. Sultana gidip, ister mektuba cevap ver, istemezsen mektuba cevap verme, ben gidiyorum dedi. Sultan sofiye gitme, bu gece burada kal diye ısrar etti. Sonra sofi Beyazıd-ı Bestami (k.s) Hz.'nin yanına gitti. Beyazıd-ı Bestami Hz. (k.s) sofiye dönerek, sen gelinceye kadar senin sormuş olduğun soruya cevap hazırladım. Sizin göreviniz şudur; ben sana mektubu verdiğimde hiç itiraz etmeden kabul ettin. Bizim görevimiz de, o durumdayken şeytan sana vesvese verdi. Sen de o cariyeyi kast ettin. Eğer o cariye ile zina etseydin, imanın giderdi. Biz senin imanını kurtardık.'' Maneviyatta da mürşidlerin görevi böyledir. İşte bunun için tarikatlar çok menfaatlidir, bazıları iş hakikattır diyor. Peki, hakikat nasıl olur? Hakikat tarikatla olur. Büyükler şeriat, tarikat, hakikat demişler. Hakikat bir cevher gibidir şeriat de bir deniz gibidir. Tarikat da bir vapur gibidir. O hakikat cevheri denizin ortasındadır. Sen araçsız gidemezsin. Ancak bir vasıta ile, bir vapur ile oraya ulaşabilirsin. Tarikat olmazsa hakikat elde edilemez. Bir insan ne kadar âlim de olsa, ilmi de olsa tarikatsızsa fayda görmez. Hatta ben çok zaman tecrübe etmişim, bir camiye, bir beldeye gittiğim zaman, hoca da olsa, âlim de olsa, onların yanında cahil bir sofi de olsa, o cahil sofi âlimden daha çok şeriata bağlıdır. Âlimler okumuş ama, tam şeriata göre yaşamıyorlar. İlim olmayınca tarikattan da fayda gelmez. Cahil bir tarikat ehli ancak nefsini korur, başka kimseye menfaati dokunmaz. Ama âlim bir sofi olursa Ümmeti Muhammed'e hizmeti olur. Mesela Mevlana Halidi Bağdadi Hz. çift kanatlıydı. Yani hem zahiri, hem batıni ilmi bitirmiş âlim bir zattı. Onun için zülcenaheyn demişler. İnsan bir kanatla hiç bir yere gidemez. Mesela bir kuşun tek kanadını kessen uçabilir mi, uçmaz. Öyleyse kuş iki kanadıyla gider, yoksa gitmez. İşte tarikatta olmazsa ilim de fayda vermez. Hem ilim öğrenmek, hem de tarikata girmek lazımdır. Tarikatın faydası hem dünyayı hem ahireti kurtarmaktır. Yoksa o da fayda vermez. İlim öğrenmek lazımdır, menfaatlidir. Tarikatın faydaları çoktur. İki tane kardeş varmış, ailelerinin ikisi de hamileymiş, iki kardeş doğacak çocuklardan biri kız diğeri erkek çocuk olursa bu ikisini evlendireceğiz diye söz veriyorlar. Çocukları doğuyor, birinin kızı diğerinin de oğlu oluyor. Kızın babası zengin oğlanın babası fakir. Oğlanın babası vefat ediyor, tek kalıyor. Fakir olduğu için elinden bir şey gelmiyor. Oğlana diyorlar ki, gel amcanın kızı senindir, al diyorlar. Amcasına gidip kızı istiyor. O da sana kız vermem, öyle de bir sözüm yok diyor. Bunun üzerine oğlan diyor ki artık ben buralarda kalamam, kalmak taraftarı değilim diyor. Çünkü yıllardır bana kız verecekler diye söz verdiler, bir de nikâhladılar, başka birisiyle evlenirse dayanamam diyor. Oğlan kıza haber salıyor, bak baban seni bana vermiyor, peki sen ne diyorsun. diyor. Kız ile oğlan anlaşıyorlar. Kaçacaklar, yer belirliyorlar, şu saatte falan yere gel kaçalım diyorlar. Oğlan gelir, kızı bulamaz, bekler bekler gelmez. Kız beni kandırdı, gelmedi diyerek çekip gidiyor. Biraz sonra da kız geliyor, bakıyor ki oğlan yok, o da hayıflanıyor, beni kandırdı gelmedi diyor. Ben şimdi ne yapayım, baba evine dönersem oğlan kandırdı derler, der. Oğlan büyük bir şehre gider, büyük şehirde düşünür düşünür, bir şeyh var, mürşid var, ben en iyisi onun yanına gideyim, der. Bana bu dünya haramdır, ölene kadar mübareğin yanında durayım der. Kız da düşünür, düşünür, ben kızım yalnız başımayım, kendimi nasıl koruyacağım der. Kız bir umumhaneye gitmeye karar verir. Kendime de çok büyük bir bedel isteyeceğim, kimse de beni tercih etmez, ben de iffetimi korurum diye düşünür. Onun yanına da kimse gelmez. Oğlan şeyhin yanında sofiliğe başlar. Şeyhi bir gün, oğlum sen umumhaneye git, orada bir kız var, bana al getir, der. İşte burada tarikatın bir şartı giriyor; şeyhin ne derse sözünden çıkmayacaksın, söylediği şeriata muhalif gibi olsa da öyle değildir. Görünürde bu hadise şeriata aykırı bir haldir. Oğlan umumhaneye gidiyor, kıza sana şu kadar ücret vereceğim, benimle geleceksin diyor. Kız da gitse şeriata muhalif, gitmese öldürürler döverler, daha kötü olurum diyerek çıkıyor yola. Oğlan önde kız arkada gidiyorlar. Şeyhin yanına varıyorlar. Şeyhe diyor ki, efendim getirdim. Şeyh, o zaman şurada oturun, diyor. Birbirlerine bakışıyorlar. Kız, sen bana hiç yabancı gelmiyorsun diyor. Sen kimsin, necisin, nereden geldin diyor. Oğlan da başına gelenleri anlatıyor. Kız da kendi başından geçenleri anlatıyor. İşte bu şeyhin sayesinde, tarikat olmasaydı, sen de ben de çok kötü olacaktık. İşte mübareğin himmetiyle böyle oldu, diyor. Şeyh de nikâhlarını kıyıyor.
       Tarikatların çok faydaları vardır. Ölüm zamanı, sekerat zamanı şeyhin menfaati vardır. Bir âlim bir şeyhe gitmiş. Şeyhin yanına varıyor, ben tarikat almak için geldim diyor. Şeyh alenen başına elini koyuyor, başından ayağına kadar birşey çıkartıyor. O âlim de soruyor, sen ne yaptın? O da diyor ki tarikat alabilmen için ilimden vazgeçeceksin. O âlimde ben ilmimden vazgeçmem çünkü çok zahmetle kazanmışım, zorluklar çekmişim, ilmi benden alma diyor. Mübarek de ilmi almadan tarikat vermem diyor. Tabii bu da bir imtihandır. Şeyhi diyor ki ilmin insana faydası vardır. Âlimse, siz bana tarikatın faydasını anlatın ben kabul edeyim diyor. Şeyh de tarikatın birçok faydası vardır, en büyük faydalarından birisi de sekerata girdiği zaman şeytan insana musallat olur, insan ne kadar âlim olursa olsun, hoca olursa olsun, şeytan hâşâ Allah'ı (c.c) inkâr eder, sen reddersin, o ısrar eder. Red ispat, red ispat şeytan en son onu kandırır. Onun imanını alır, ama bir mürşid olsa o insanı şeytandan kurtarır diyor.  Âlim de diyor ki kurban yüz tane benim delilim vardır. Allah'ın (c.c) varlığına ben 50 tane daha delil getireceğim diyor. Böylece âlim çekip gidiyor. Bir zaman sonra Şeyh cemaatle sohbet ederken şeyhten bir ses geliyor. ''Ey melun, ben Allah'ımı (c.c) delilsiz tanıyorum'', cemaat bakıyor ki, bu cümlenin sohbetle hiç bir alakası yoktur. Şeyhten bunun hikmetini soruyorlar. Bu nedir bunu niçin söylediniz diyor. Şeyh de diyor ki, ''bir gün bir âlim vardı bizi ziyarete geldi, tekkemize geldi, bize misafir oldu. Allah'ın (c.c) varlığına 150 tane de delili vardı. Bir gün ölüm döşeğinde şeytan buna musallat oldu. Şeytan Allah'ın (c.c) varlığını reddetti, o delil getirdi. Delil red, delil red devam etti. En sonunda âlimin elinde tek bir delil kaldı. Şeytan imanını elinden alacaktı. Evliyalar o kadar merhametliydi ki, âlim şeyhi kabul etmediği halde yine de onu şeytanın elinden kurtarır.''
        Esas tarikatın kaynağı Peygamber Efendimiz'den (s.a.v.) gelmiştir. Mağarada iken Cebrail (a.s.) Peygamber Efendimize üç defa teveccüh yapmıştır. İlk sıkışında oku. Resulullah Efendimiz ben okuma bilmem, dedi. Cebrail sıkınca benim canım çıkacak zannetttim diyor efendimiz. İşte bu teveccühün delilidir. Birincide içi temizlensin, ikincide nur dolsun, üçüncüde risalet nübüvvet nurunu içine doldursun. Bu da tarikattaki teveccühün temelidir. Bir de Peygamber Efendimiz Hıra Dağı'nda Nur mağarasında Hz. Ebubekir Sıddık Hz. ile beraberken kâfirler mağaranın kapısına kadar gelmişlerdi. Hz. Ebubekir Sıddık (r.a.) tedirgin oluyor. Ya Resulullah ben kendime bir şey olur diye korkmuyorum. Size bir zarar gelir diye korkuyorum. Peygamber Efendimiz de ''Mahzun olma Cenab-ı Allah (c.c) bizimledir'' diyor. Peygamber Efendimiz böyle deyince cevher gibi bir nur Hz. Ebubekir'in kalbine girmiş. Nakşibendî tarikatının da piri Hz. Ebubekir'dir. Ebubekir Hz.'nin size üstünlüğü çok namaz kılmak, çok amel yapmak değildir, onun kalbinde bir cevher bir nur vardır, onun fazileti ondandır.
       Bir mürşide bağlanmadan veli olunur mu? Yani nefis tezkiyesi yapılabilir mi?
       S. YUSUF HZ.LERİ: Cenab-ı Allah (c.c) isterse verir, ama çok nadirdir (murattır). Bir insan hasta olsa kendisinde de hekimlik olsa kendi hekimliği kendisine yaramaz, ona bir hekim lazımdır. İnsan kendini ameliyat yapamaz. Allah-u Teâlâ’nın rahmeti çoktur. Çok nadir olur, yani mürşidsiz olmaz. Hatta demişler ki şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Yani insanın şeyhi olmazsa şeytan insana şeyh olur. O şeytandan kurtulmak için şeyhe bağlanmak gerekir. Şeytan bir hayvan gibidir. Onun beş tane pençesi vardır. O hayvanı öldürmedikçe pençesinden kurtulamazsın. O hayvan, pençesinin birini kalbe koymuş, birini ruha koymuş, birini sırra koymuş, birini ahvaya koymuş, birini havaya koymuş. İşte o şeytan öldürülmezse pençelerini insandan çekmez. Bu şeytandan ancak bir mürşidi kâmilin etkisiyle kurtulunur. Bir mürşidi kâmilin terbiyesiyle, tedavisiyle insan düzelir. Onlar zikir verirler. İnsan o zikirleri çeke çeke, o şeytanın pençeleri zayıflar, sonra insan kurtulur, yoksa bir mürşid olmazsa bu tedavi nasıl gerçekleşecek. Herkese bir mürşidi kâmil lazımdır.
       Eskiden tarikatlar ilim sahibi, takva insanlar alınırdı. Şimdi ise tarikatlara herkes girebiliyor, bunun hikmeti nedir?
   S. YUSUF HZ.LERİ: Herkese tarikata girmelerini tavsiye ederim. Bazı insanlar bakıyorlar anlamıyorlar. Bu büyük bir yüktür, biz alamayız diyorlar. Biz de onlara tarikatın faydalarını izah ediyoruz. Tabi uzaktan şeytanın, nefsin etkisiyle yanlış görülebiliyor ama girdikten sonra ne kadar kolay ve güzel olduğunun farkına varıyorlar. İnsanlara izah edilmezse onlar bu rahmetten mahrum kalır.
    Efendim Seyyid Muhammed Raşid (k.s) Hz. ile ilk defa nasıl tanışmıştınız?
       S. YUSUF HZ.LERİ: Ben ilk defa 1966'da Gavs Hz.'nin yanına gittim. Amcam Şeyh Mustafa Hz. vefat etmişti. Onun vefatından sonra Gavs (k.s.)'ın yanına gittim. Amcam, Şeyh Şehabeddin Hz.'nin halifesidir. Şeyh Şehabeddin Hz. de Gavs-ı Hizani'nin torunudur. Amcam Şeyh Mustafa Hz. çok âlim birisiydi. Mollalık icazetimi kendisinden aldım. Ben de 15-16 kişiye mollalık icazeti verdim. Birçok talebeyle ilgilenip onlara ilim irfan elde etmeleri için emek verdim. İnşallah Allah-u Teâlâ (c.c) kabul eder. Biz Gavs-ı Hizani Hz.'nin akrabasıyız yani Arvas Seyyidlerindeniz. İlk Gavsın yanına gittiğim zaman ''Efendim ben tarikat almışım, sizi ziyarete geldim. Ben sadece tövbe almak istiyorum ama siz benim için ne kadar faydalı olacaksa onu söyleyin, ben bilmem. Yoksa ben buraya gelmezdim'' dedim. Gavs Hz. bana nereli olduğumu, hepsini sordu. Sonra da bana dedi ki; biz akrabayız. Ben dedim ki; madem biz akrabayız siz bana iyi yol gösterirsiniz. Mübarek de bana eğer şeyhin hayatta olsaydı buraya gelmen zaten gerekmezdi. Şeyhin haktır, tarikatın haktır ama şimdi hayattaki bir mürşidi kâmile bağlanman gereklidir. Çünkü insan günahsız olmaz. Muhakkak günah yapıyor. Bu tarikata göre üç günahı sevağir bir günahı kebair eder, üç tane gıybet etse bir tane günahı kebair yapar. Tarikatta da bir günahı kebair yaparsa tarikattan çıkar. İnsan her gün çok sayıda günah işliyor, tarikattan çıkıyor, haberi olmuyor. Çok da amel yaptığı halde terakkisi yoktur. Haftada bir kez tarikatı yenilemek lazımdır. Eğer şeyhin hayatta olsaydı bir 4mesele yoktu. Şeyhin vefat etmiştir, sana bir şeyh lazımdır. Nereye gitmek istersen git istersen burada kal. Ben dedim ki; ''Yok efendim ben burada kalacağım''. O zamanda Seyda Hz. askerdi. O köyün ağası Hacı Muhammed isminde birisi Gavs Hz.'ne dedi ki: ''Siz burada kalın başka bir köye gitmeyin, yazın başka bir köyde kışın burada kalıyorsun. Yaşlandın artık başka bir köye gitme, burada kal''. Gavs Hz. de ''Hacı Muhammed, bizim orada işlerimize bakacak kimsemiz yoktur. Çocuklar hep ufaktır. Seyyid Abdulbaki de küçüktür, onlar beceremiyorlar, bizim tarlalarımız, ekinlerimiz var, ben gitmezsem iş olmaz. İş olmazsa da bu kadar misafir geliyor, onları nasıl ağırlayacağız. Benim mecbur gitmem lazım. İnşallah Muhammed Raşid askerden gelirse bir daha o köye gitmem. Muhammed Raşid ilgilenir o işlerle'' dedi. Ben de yanımdakine sordurdum Muhammed Raşid kimdir diye. O da şeyhimizin oğludur dedi. Bir müddet sonra Gavs Hz.'ni ziyarete gittiğim de baktım ki, bir genç başında siyah bir sarık, etrafındakilere talimat veriyor, arkadaşlarıyla konuşuyor. Ben de ilk defa orada gördüm. O günde teveccüh olacaktı. Yanına varıp kendisiyle tanışmak istedim. Bir müddet konuştuktan sonra benim koluma girdi, divana çıkarttı. Orada uzun uzadıya kim olduğumu, nereden geldiğimi, hangi Seyyidlerden olduğumu sordu. Bir sonraki ziyaretimde baktım ki karşıdan üç kişi geliyor, birini tanıdım. Seyyid Abdulbaki idi. Bir tane de sofi vardı yanlarında. Ortadakini çıkaramadım. Çok yakışıklı, üzüm gibi siyah sakalları olan birisiydi. Yaklaşınca baktım ki Seyda Hz. ''Sakal yakışmış mı?'' dedi. Efendim çok yakışmış sakalınız dedim. Bir hadis var, erkeklerin ziyneti hep sakaldandır, dedi. Seyda Hz. ile tanışıklığımız o kadardı. Çok hizmet ederdi, her geleni ağırlar, dertleriyle ilgilenirdi. Sonra Gavs Hz. 1972 yılında vefat edince ben Menzil'e düşüne düşüne gittim. Seyda Hz.'nin yanına vardım, siz bana ne tavsiye edersiniz, dedim. Seyda Hz. bana, sen bilirsin gidersen git ama sen seyri sülük etmek istemiyor musun, dedi. Bizimle ameline devam edecek misin, dedi. Evet dedim. Biz isitharesiz iş yapmayız, istihare et öyle gel dedi. Mübarek de öyle deyince rüya görürüm, görmem diye tedirgin oldum. Düşüne düşüne Gavs Hz.'nin markadına gittim. Orası da çok sıcaktı, orada uyuyakalmışım. Rüyamda Gavs Hz. beni markadın içerisine çağırdı, elinde bir kâğıt vardı. Kâğıdı bana verdi, bir tane de Kur'an verdi. Gavs'ım bunların anlamı nedir dedim. Gavs Hz. de Kur'an Kur'an'dır. Bu kâğıdı ise Muhammed Raşid Hz.'ne ver dedi. Hemen gittim, Seyda Hz.'ne rüyamı anlattım. O da bana tövbe tarikat verdi. Ameline devam et diye nasihat etti. Uzun zaman amelime devam ettim. Çok rüyalar gördüm, haller yaşadım. Bir gün beni yanına çağırıp senin halin nedir dedi. Ben de ''Seydam, rüyamda bana bir ses geldi, senin işin bitmiştir'' diye söyledi, diğer bir ses de ''bu nef-i isbata geçmemiştir'' dedi. Seyda Hz. ''O diğer ses de nef-i isbatta, letaiflerin arasında, çıkmış gitmiş. Ben de istiharemi yapayım sana cevap vereyim'' dedi. Sultan Hz. beni ertesi gün yanına çağırıp ''bana da birşey geldi, tamam amel tamamdır'' dedi. Sana biraz hizmet vardır. On gün boyunca burada çalış dedi. 1976 Ramazanında on gün orada kaldım. Birkaç gün önce de mübareği rüyamda gördüm. Seyda Hz. ''Rüyamda bu gece senin yüzünden uyuyamadım. Ölü gibi yatıyordun, sana zorla hizmet ettirmeye çalışıyordum'' dedi. Menzil'de bana hizmet dedi. Bahçeleri temizlettirdikten sonra da caminin etrafını temizleme işiyle birkaç gün uğraştım, daha sonra da caminin koğuş sorumlusu yaptı. Bana, koğuşu temizle dedi, bir süre sonra abdesthanelikleri, tuvaletleri temizle dedi. Sonra beni yanına çağırıp senin halin nedir dedi. Ben de sizin sayenizde nefsim ne derseniz kabul ediyor hiç itiraz etmiyor, siz öl deseniz ölecek dedim. Gavs Hz.'nin halifesi Molla Abdussamed gelsin O'na da danışıp, icazetini vereyim dedi. Sonra Molla Abdussamed yanıma geldi. Müjdeler olsun dedi. Sana halifelik geldi, işin bitti dedi. Sultan Hz. Cuma namazından sonra divana gel dedi. Divana gittim, orada kalanlar vardı, onları kaldırdım, orayı temizledim. Seyda Hz. geldi, selam verdi, içeri girdi ve kapıyı arkadan kendi elleriyle kilitledi, oturup konuşmaya başladı. Ondan önce de Fikret Albay, Mehmet Yarbay'la bu halifelik meselesini konuşmuştuk. Keşke halife bizden olsaydı diyorlardı. Hatta biz Fikret Albayla ahiret kardeşi olmuştuk Biz Seyda ile konuşurken o sırada kapıyı Fikret Albay çaldı, dışarıdan bağırmaya başladı, kapıyı niye kilitliyorsunuz diye. Ben çıkıp, Seyda buradadır dedim. Ne yapıyor Seyda burada dedi, sanki çok normalmiş gibi çekti gitti. Arkasından Mehmet Yarbay geldi, O da aynı şekilde yaptı. Bir, iki, üç saat kadar Seyda Hz. ile konuştuk. Seyda Hz. bana tövbe verdi. Ayrıldıktan sonra hiç kimse bana Seyda Hz. divana niçin geldi, ne konuştunuz diye sormadı. Tabi bu Seyda'nın kerametiydi. Albay da, Yarbay da birşey söylemedi. Hatta bir gün Seyda Hz. halifelik mektubunu verdi, bunun aynısını sen de yaz dedi. Ben yazarken Seyyid Fevzeddin geldi. Sen ne yazıyorsun, ha bu Hazretin mektubunu mu yazıyorsun dedi. Seyyid Fevzeddin gidince kendi kendime hayret etmişim, çünkü aklına halifelik gelmemişti. Halifelikten bir Seyda'nın, bir benim bir de bir sofinin haberi vardı, başka kimsenin haberi yoktu. Seyda'nın dayısı Abdulmecid o zaman hayattaydı. Allah ona rahmet etsin. Seyda Hz. ilk önce ona söylemiş, Seyyid Abdulmecid de Seyda Hz.'ne, kurban biz oynayacağız, düğün yapacağız demiş. Seyda Hz. ''yok yok öyle yapmayın, bu nakşi tarikatında böyle bir şey yoktur'' demiş. Seyyid Abdulmecid camide beni elimden tutup, müjde müjde diyerek cemaatin içinde beni ayağa kaldırdı. Cemaate, Elhamdülillah Seyda bu sene, bu zata halifelik vermiştir dedi. Bütün sofiler başıma toplandı. Hatta Seyyid Abdulbaki, Seyyid Fevzeddin öyle birşey vardır, biz Hazretin mektubunu elinde görmüştük, hiç de aklımıza gelmemişti dediler. Seyda Hz. çok büyük bir zattı, hatta bir keresinde bana senin rabıtan nasıldır dedi. Gavs (k.s) gözümün önünden gitmiyor dedim. Seyda (k.s) da ''hepimiz Gavs'ın hasretini çekiyoruz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat etmiştir, çare yoktur'' dedi ve dua etti bana. Seyda Hz.'nin ilk halifesiydim, 1977'de aldım. Gavs Hz. de Seyda Hz.'ni çok severdi, Raşidimiz der ve sanki dünya onun olurdu.
         Seyda Hz.leri ne gibi tavsiyelerde bulunurdu?
      S. YUSUF HZ.LERİ: Seyda Hz. birlik beraberlik isterdi. Hiç ayrılıktan hoşlanmazdı, hatta bir gün Seyda bana, bizim Ağrı'da halife Ali Arıncı Hz.'nin sofileri vardı, onlar senin yanına geliyorlar mı dedi. Ben de gelmiyorlar dedim. Böyle yapmasınlar, sen de onların yanına git, onlarla beraber ol, onlar senin yanına gelsinler, sohbet olur, teveccüh olur, hatme yaparsınız dedi. Sofiler kendilerine göre şeyler çıkartıyorlar. Hatta geçen güya Seyyid Abdulbaki Hz. onun teveccühüne girmeyin demiş. Hâşâ, hâşâ öyle bir şey yok. Abdulbaki Hz. (k.s) çok kızdı, ''ben ne zaman böyle demişim, hatmelere, teveccühe girebilirsiniz, ondan küçük tövbe alın, sohbet edin'' diye Seyyid Abdulbaki Hz. (k.s) söyledi. Şeriatla ilgili sorunuz olursa sorun, illa benim yanıma gelmeyin dedi. Hatta Seyda Hz. zamanında cami doluydu, Şah-ı Hazne'nin bir halifesi oradaydı. Hatmeyi o halife yaptırdı. Eğer o şeyhi hatmesi bize yaramasaydı, yaptırmazlardı. Gavs Hz.'nin ismini, Seyda Hz.'nin ismini de okumadığı halde Seyda hiç birşey demedi, bunu kabul etti. Demek ki bu gibi başka halifelerin yanına gitmeyin sözü yanlıştır. Hatta bazıları tövbe de almayın diyorlar, bu da çok yanlıştır. Ben Gavs'ın yanında çok gördüm., Şah-ı Hazne'nin sofileri sofileri geldiklerinde tövbe alırlardı. Biz de tövbe almak istiyoruz deyip, tövbe alırlardı. Eğer başka şeyhin elinden küçük tövbe alınmasaydı, Gavs Hz. vermezdi, gidin kendi şeyhinizden alın derdi. Bu da bizim için delildir. Nakşibendîler hepsi birbirlerinin hatmesine, sohbetine, teveccühüne girebilirler. Bunda bir beis yoktur. Eğer insanın niyeti Allah (c.c) için halis olursa ne zarar var, gaye Allah (c.c) olmalı. Şah-ı Dehlevi Hz. Kadiri tarikatındanmış sonra Nakşî tarikatına girmiş. Bir gün keşf halindeyken Şah-ı Nakşibend Hz. gelmiş, onu ziyarete gitmek isterken bakıyor Abdulkadir Geylani Hz. de (k.s) orada. Şimdi ilk önce hangisini ziyaret edeceğini şaşırıyor. Mübarekler görünce ikisi de beni çağırdı gel gel biz de ayrılık yoktur dediler. Hangimizi ziyaret edersen et, gel otur bizim amacımız nedir, bizim amacımız Allah (c.c) yoludur, insanı Allah'a (c.c) yaklaştırmaktır. Birisi Nakşibendidir birisi kadiridir'' dediler. Ama Nakşibendinin aynı kollarında hatmemiz, teveccühümüz de birdir.
         Seyda Hz.leri'nin vefatından bahseder misiniz?
         S. YUSUF HZ.LERİ: Seyda Afyon'daydı, zaten rahatsızlığı vardı. Hatta bir sefer eline iğne vurmuşlardı, göz ameliyatı olmuştu, bacağından rahatsızlanmıştı. Hepsi iyileşti, hiç bir şeyi yoktu Afyon'dayken, hatta Molla Ahmed'e senin işin bitmiş inşallah Menzil'e gidince icazetini vereyim'' demiş, bu, mübareğin kerametidir. Eğer o zaman vermeseydi onun işi kalacaktı, çağırıp icazetini vermiş. Hatta Seyyid Fevzeddin bana dedi ki rahatsızlığı yoktu, bir gece biraz rahatsızlandı. Doktor kontrolündeydi, hatta sabahleyin keyfi iyi idi. Çayını içti, kahvaltısını yaptı, akşam olunca ben de odama gittim, biraz uzandım dedi. Mübarek abdest almak istemiş ellerini duvara dayamış birden yere düşmüş. Sonra Seyyid Fevzeddin'i çağırmışlar.

S. MUHAMMED NURANİ HZ.LERİ İLE MÜRŞİD-İ KAMİL, RABITA VE MUHAMMED RAŞİD HZ. HAKKINDA

        Mürşid-i Kâmillere bağlanmanın gerekliliği?
    S. MUHAMMED NURANİ HZ.LERİ: Mürşid-i Kâmiller insanı Allah'a (c.c) yönlendirirler. Bir mürşide bağlanmakla, Allah-u Teâlâ’ya yönelmesine vesile olurlar. Beyazıd-ı Bestami Hz. ''Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.'' buyuruyor. Allah Dostları, mürşid-i kâmiller insanları Allah-u Teâlâ’ya yapacakları kullukları, ibadetleri göstererek, Allah-u Teâlâ’ya yönelmesine vesile olurlar.
      Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: ''Mahşerde ilk hesaba, sorguya çekileceklerden birisi şehit olanlardır, şehitlerdir. Ona sorulur;
        ''Sen ne yaptın benim için? ''
        '' -Ya Rabbi senin rızan için kâfirleri öldürdüm ve şehit oldum.'' der. Allah-u Teâlâ buyurur ki; ''Yalan söylüyorsun, benim rızam için yapmadın, ne kadar şecaatli, ne kadar cesur desinler diye yaptın'' ve sürükleyerek cehenneme atarlar onu. İkinci sorguya çekilecek âlimlere Allah-u Teâlâ;
        ''Ne yaptınız benim için?'' Âlimler cevap veriyorlar;
      '' -Ya Rabbi, senin rızan için talebe yetiştirdik, tebliğler yaptık, ilmi yaymaya çalıştık.'' Allah-u Teâlâ buyurur ki;
       ''Yalan söylüyorsunuz. Benim için değil, ne kadar âlim, ne kadar bilgili desinler diye, isim için, nam için yaptınız. Benim rızam için yapmadınız.'' der ve onlar da sürüklenerek cehenneme atılırlar. Üçüncü şahıs geldiğinde, Allah-u Teala ona da;
        ''Benim için ne yaptın? '' diye sorar.
     ''Ya Rabbi, bana verdiğin maldan dağıttım fakir fukaraya. Hayır ve hasenata dağıttım'' diyor. Allah-u Teâlâ;
         '' -Yalan söylüyorsun, benim için yapmadın, ne kadar mert, ne kadar iyi insan desinlerdiye, isim için, nam için yaptın. Rızam için yapmadın, yalan söylüyorsun.'' buyurur ve o da cehenneme atılır. ''Allah rızası için değilse, dağlar kadar malını dağıtsa, hiçbir faydası yoktur. Hiçbir hayır, hiçbir sevap gelmez ona. Tarikattan önceki hal ve hareketler ve tarikata girdikten sonraki hareketler; nasıl ki zikir yapımaya başlanması, ibadetlerde fazlalaşma, kazalarını kılması, bu fiiler güzel birer delil değil mi, işaret değil mi?
      Abdurahmani Taği Hz. (k.s.); ''Tarikat münkiri olanlardan, küfür kokusu da duyduk'' buyuruyor.
       Efendim, bir kısım insanlar, rabıtayı reddediyorlar, Rabıta nedir, açıklar mısınız?
    S. MUHAMMED NURANİ HZ.LERİ: Burada kastedilen rabıta akşam ile yatsı arasındaki rabıta değildir. Her zaman, yürürken, otururken, onların yanında yürüyormuş gibi hatırlamak, tasavvur etmektir. Rabıta budur. Ali İmran Suresinin son ayetinde rabıtaya delil vardır.
         Rabıtaya muhabbeti artarak, itaate ibadete yönlenmesi çok olanlardan daha güzel birşey mi olur!.. Böyle rabıta yapanlarda, Allah'a kulluğunun artmasından daha güzel ne olabilir!.. Seyda-i Tai Hz., halifesi olan Ş. Abdülgaffar ile birlikte, bir kaç tane molla daha Kıstak denilen yerde, bu zatlar, irşad için, millete tebliğ yapmak için, gittikleri yerde insanların hiçbiri tasavvuf ve tarikata girmiyor. Gelip sofilere soruyor, ne oldu? Diye. Efendim, hiçbirisi intisap etmedi, tarikata girmedi diyorlar. Neler söylediniz millete diyor. Ayetler, hadisler, Resulullah Efendimiz'den sözler söyledik, etkilenmediler diyor. ''Vesilete'' ayetiyle mürşid-i kâmiller, Sadatlar, Allah'ın evliyaları kastediliyor. Nasıl ki insan, bir mahkemede hâkimin önüne çıkmak için bir avukata ihtiyaç duyar. Avukatın onu savunması gibi, Allah Dostları da bu şekilde, cemaatlerinin, kendilerine bağlananların avukatlığı için çalışırlar.
        Efendim, vefatının sene-i devriyeleri nedeniyle bizlere, Muhammed Raşid Hz. nin (k.s) ilminden, ahlakından, hatıralarınızdan bahseder misiniz?
        S. MUHAMMED NURANİ HZ.LERİ: Çok güzel olur. Hangi Sadat hakkında, böyle yazı hazırlasanız, iyi olur.
       Onların hayatlarından bahsederseniz çok iyi olur. Bu âlemin, o dergâha yönelip, kötü fiil ve hareketlerinden vazgeçip, iyiye güzele yönelmelerinden daha güzel örnek, daha güzel misal mi olur. Daha ibretli ne olsun. Bu kadar âlem toplandı orada, bağlandı onlara. Allah'a (c.c) yöneldiler, kötü fiil ve hareketlerinden vazgeçtiler. Bundan daha güzel ibret mi olur, bundan daha güzel ders mi olur?
       Müslümanlara mesajınız, nelere dikkat etmeliler? Ahiretlerini kurtarmak ve Allah'ın (c.c) rızasını kazanmak için?
      S. MUHAMMED NURANİ HZ.: Allah'a (c.c) yönelmeyi, emri bilmaruf, nehyi anil münkere dikkat etmelerini, çoluk çocuğunu ve aile efradını Allah'a (c.c) ibadete, itaate yönlendirmelerini, tavsiye ediyorum. Arzumuz budur.



SEYYİD MUHAMMED NURANİ (k.s) ile sohbet

        Mürşid-i Kâmil diye bilinen Allah dostlarından velilerden İslamı gerçek manada yaşama noktasındaki müslümanlara faydalarından biraz bahseder misiniz?
     S. MUHAMMED NURANİ HZ.LERİ: Millet günah deryasına dalıyor.. Bu günah deryasından da kendisini kurtarmak için de maneviyatları çok fazla olan Allah'ın büyük dostlarına gidiyorlar. Onlara gittikleri zaman fayda görüyorlar. Fayda görünce de orada büyük bir maneviyatın olduğunu hissederek oraya gidip gelmelerini arttırıyorlar. Yani bu büyük zatlar insanları cezbediyorlar, kendilerine çekiyor...
      Resulullah (s.a.v.) Efendimiz'in ruhaniyeti bu maneviyat gücü çok fazla olan zatların ekseri yanında bulunur. Bu büyük zatların manevi yardımıyla beraber, bu zatların Resulullah'a (s.a.v.) Cebrail'e (a.s.) kadar uzanan silsiledeki mürşidlerin de himmetleriyle, kapısına gelen insanlara yardımcı olurlar. Allah-u Teâlâ Resulullah Efendimiz'in ve himmet edenlerin hatırına rahmetini mürşidlere gönderiyor, onlar da insanlara veriyor.
      Evet, zahirde nasıl meclisler varsa, manevi meclisler de vardır, hazırdır. Pazartesi ve perşembe günü Hira mağarasında devamlı toplanırlar ve dünyanın nizamını konuşurlar. Zahiri meclislerde olduğu gibi onların da başkanı, reisi vardır. Muhiddin-ü Arabî Hz. diyor ki; ''Ben bu meclise gittiğim zaman meclistekiler kalkarak bana doğru geliyor. Bu meclistekilerin bir kısmı yaşayanlardan bir kısmı vefat edenlerden bir kısmı da meleklerdendir. Sağ olanların rengi sürekli değişiyor, vefat edenlerin rengi ise değişmiyor. Sağ olanların rengi her meclise geldiklerinde değişim gösteriyor. Melekler ise ben geldiğimde karşıdan ayakları yere değmeden geliyorlar.
     Melekler niye geliyorlar denirse onlar da hayata henüz gelmemiş, doğmamış evliyaların yerine geliyor oturuyorlar. Vakti gelip de onlar gelip oturana kadar devam edecekler.
     Bir kitapta okumuştum. Muhiddin Arabî manen bir yere gitmiş. 10 sene kadar meleklerin arasında kalmış ve melekler devamlı cezbe ve zikir halindelermiş. 10 sene dolup eve geri dönünce benim 10 senedir yokluğum hakkında ne diyorsunuz diye ev halkına sorduğunda ''Sen her zaman ki gibi burada ve her zaman ki halindesin, yani devamlı buradaydın'' demişlerdir.
      Zatın birisi de oğluyla beraber Gavs-ı Hizani Hz.'nin yanına geliyor. Oturup sohbet ediyorlar. O gelen zat oğluna diyor ki, ''Git benim tabakamı az önce oturduğumuz yerden getir, onu orada unutmuşuz'' diyor. Oğlu dışarı çıkıp 5-10 dakika sonra tabakayı alıp getiriyor..
     Bunlar kalkıp gidince Gavs-i Hizani oğlu Bahaeddin'e ''Oğlum, o tabaka nereden geldi biliyor musun?'' diyor. Oğlu: ''Herhalde dışarıda bir yerde unutmuştu da alıp getirdi'' diyor.
        Gavs-i Hizani Hz. ''yok'' diyor. O gitti Beytullah'ın bahçesinden aldı getirdi'' diyor. Oğlu nasıl bu uzun mesafeyi kısa zamanda katetti diye hayret edince ''Oğlum bunu çok görme, eğer O, babandan tabakayı isteseydi, baban oturduğu namazlığın altına elini sokup çıkarıp verecekti'' diyor.
     Efendim, bir mürşid elinden tutup biat eden insanların bundan sonraki yaşantılarında neler tavsiye edersiniz?
     S. MUHAMMED NURANİ HZ.LERİ: Mürşidlerin yanına gelen insanlar onların yanında temizleniyorlar. Fakat onların yanından ayrılınca bozulmamak için mümkün mertebe günah işlememek için gayret gösterecekler. Çünkü her şey insanın kendisine bırakılıyor.
    Yasak edilenlerden kaçacaklar ki Allah'ın emirlerini yapmaya gayret edecekler, sevap için çalışacaklar mücadele edecekler ki gittikçe ilerlesinler. Yoksa bir nazarda kalbine muhabbet dolar. Sonra kötü bir iş yapar, haram yer, Allah'ın emirlerine isyan eder yavaş yavaş insanın muhabbeti kesilir. Muhabbet kesilince de eski haline döner.
    Gavs'ın zamanında çok görmüşüz, muhabbeti çok fazla olan, cezbesi çok olanlardan şimdi hiç bir şey kalmamış.
     Bir mezarlığın yanından geçtiğinde, kabirdeki ölünün haline vakıf olmak keşiftir. Keramet ise, Allah (c.c) o kişiye herhangi bir şey hakkında kalbine ilham yoluyla bilgi akıtmasıdır. Bu keşif ve kerametin kapanmaması için de günah işlemeyeceksin.
        Efendim bazen kitap okumanın karşısında olan sofiler görüyoruz. Onlar sadece mürşidimiz bize yeter diyorlar. Bazen de tam tersine şahid oluyoruz. Kitaplar bize mürşid olarak yeter. Ayrıca mürşide gerek yok diyorlar. Bu iki zümre hakkında ne buyurursunuz?
       S. MUHAMMED NURANİ HZ.LERİ: Elbetteki okumanın faydası çoktur. Yalnız zikri bırakıp okumak değil, zikirle terketmeden kalan zamanlarında okumalıdır. Müslümanın kendisine gerekli olan şeyleri öğrenmesi farzdır. O öğrenip yapacak ki Allah'a kavuşsun.
   Tasavvufa girmeyenler Allah'a kavuşamazlar. Eğer kendi kendilerine İslamı yaşamaya devam etseler, kendilerinde ilerleme olduğunda, keşifleri açıldığında şeytan devreye girerek onları bozar. Yani mürşidsiz olduğunda insan şeytanın hileleriyle başedemez. Yaptıklarını şeytan yıkar. Hâlbuki mürşid oldu mu, mürşid onu bırakmaz.
                             

 Kaynak:Feyiz Dergisinde yayınlanan röportajlar


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder