19 Nisan 2016 Salı

SEYDA HZ.LERİNİN DİLİNDEN TASAVVUFİ SOHBETLER






CAHİLİN ÂBİDİ DE, SOFİSİ DE HÜSRANDADIR

 Araştırmacı Yazar: Selim GÜRBÜZER

     Devlet erkânının Menzil'e dönmesine müsaade etmesinden sonra mecburî ikametten önce olduğu gibi tebliğ ve irşad hizmetlerine devam etmiştir. 1990 Ramazan Bayramı'nda bayramlaşma sırasında zehirli enjektörle kendisine suikast yapılmış, aldığı zehirler sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir.
     Seyda Hazretleri, şeker ve yüksek tansiyon hastalığı sebebiyle senelerce tedavi görmüştü. Hakk'ın takdiri ile 22.10.1993 Cuma günü 63 yaşında Ankara'da Rahmet-i Rahman'a kavuşmuştur. Mübarek naaşı Menzil'de toprağa verilmiştir.
    Talebelerinin ısrarı üzerine, İmam Rabbani'nin (k.s) ''Mektubat''ı gibi tasavvuf konularını ihtiva eden bir eser hazırlamaya niyet ettiyse de ömrü kifayet etmediği için böyle bir eseri hazırlayamamıştır. Ancak kalb ve gönüllerini Allah'a çevirmiş, siretlerini de Resûlüllah (s.a.v.)'a uydurmaya gayret eden onbinlerce yaşayan eser bırakmıştır.
     *Seyda Hazretleri'nin meşrebi, üç bölümde yoğunlaşır: Tevbe, ilim ve zikir.
       Tevbe telkini:
      Sadat-ı Nakşibendî'nin büyüklerine baktığımızda onlarda görülen haller, âdetler ve sıfatlar Seyda Hazretleri'nde mevcut idi. Mesela Muhammed Bakîbillah (k.s) Hazretleri'nin âdetleri şöyle idi: Her kimi kabul etseler, önce tevbeye davet ederlerdi. Eğer o talebede kendisine karşı büyük bir aşk ve muhabbet müşahede ederlerse rabıtayı emrederlerdi. Seyda (k.s) Hazretleri'nin âdetleri de böyleydi. Talebelerine önce el ele tutup bey'at etmek suretiyle tevbe telkin ederlerdi. Bir gün şöyle buyurdular: ''Siz bilir misiniz Gavs (k.s) Hazretleri neden böyle büyük bir zat oldu?'' Cemaat sükût etti. Seyda Hazretleri şöyle devam etti: ''Gavs Hazretleri, tevbe telkin ettiğinde kendisi de tevbe edenle birlikte kendi günahları için Allah'a tevbe ederdi.''
      ''Ey cemaat! Bakınız. İslâm'da tevbe vardır. Kul veli de olsa kusursuz olmaz. Yalnız tevbe kalben olmalıdır. Gafletle yapılan tevbe sahibine fayda vermez. Bir kimse halis bir şekilde tevbe etse Cenabı Hakk o kişinin geçmiş günahlarını siler, hatta yerine sevap dahi yazabilir.
       Tevbe halis olduğu zaman insan istikametini düzeltir, yönünü Allah'a çevirir, hali güzelleşir, yeni bir hayat yaşamaya başlar. Bu yeni hayatını Allah'ın rızası istikametinde devam ettirse bu hal kulun tevbesinin kabulüne işarettir.
    Ey cemaat! Siz küçük günahları hafife almayın. Çünkü küçük günahlar büyük günahlara sebep olmaktadır.
      Sakın kibir üzre olmayın! Cenab-ı Hakk, şeytana secde etmesini ve bu suretle Hz. Âdem'in (a.s.) üstünlüğünü kabul etmesini emrettiği halde şeytan kibrinden dolayı secde etmedi. Malumunuzdur ki, şeytan çok ibadet ve taat

ehli olmasına rağmen itirazı neticesinde İlahî huzurda tart edildi.
       Her türlü günah, nefisten ve kibirden zuhur eder. İnsan ne zaman fakrını ve acizliğini idrak ederse o zaman nefsin kibir ve azameti kalmaz. İşte o zaman kişi, kâmil bir mü'min sıfatı ile hayatını devam ettirir.''
       İlme teşviki:
      Seyyid Muhammed Raşid (k.s) Hazretleri, ilim tahsil eden ve ilim öğrenenleri çok severdi. İlim tahsili hususunda kişinin kendi cemaatinden olup olmamasına bakmazdı. Bir defasında talebelerinden birine şöyle söyledi:
    ''Ey Allah'ın kulu! Bir talebe yetiştirmek bin kişiyi sofi yapmaktan efdaldir. Hele o talebe varisü-l enbiya olursa... Siz dininizi beldenizde bulunan en büyük âlimlerden öğreniniz. Herkesten fetva sormayın. Çünkü memlekette fetva verecek kimse çok azdır. İlimle meşgul olan kimse dünyada en güzel iş ile meşgul oluyor. İlim olmadığı zaman cehalet olur. Cahilin abidi de, sofisi de hüsrandadır. Siz Osmanlı'ya bakınız. Ne idi ne oldu. Sultan Abdülhamid arif-i billâh idi. Başa geçer geçmez memlekette talebe yetiştirme seferberliği başlattı.
   Nakşibendî tarikatı medrese ve tekkeyi beraber yürütür. Hazret Muhammed Dıyauddin (k.s) doğu cephesinde müritleri ve talebeleri ile savaşırken bölüklerinin başka bir yere nakledilmesi icap etti. Gittikleri yerde müridler, önce mutfak çadırını kurmaya başladı. Hazret çalışma mahalline gelince, ''Talebelerin seslerini duymuyorum, bu ne çadırıdır?'' diye sordu. Müridleri, mutfak çadırı olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Hazret (k.s.), bu durumda savaşmaya gerek kalmadığını, düşman ile savaşmanın sebebinin ilay-ı kelimetullah olduğunu ve bunun medreselerle ve talebe yetiştirmekle mümkün olabileceğini beyan etti. Hemen mutfak çadırının bozulup önce medrese çadırının kurulmasını, sonra diğer çadırların yerleştirilmesini emretti. Hazret (k.s.), medrese çadırları kurulduktan sonra kalkıp savaşa devam etti.''
        Zikir telkini:
        Seyda (k.s) zikir telkin ederken usülleri şöyleydi:
      Önce beşbin kalb virdinden başlatır; kalb zikri beşbin ile yirmibir bin arasında devam ederdi. Bir müritte letâif zikrine geçiş alamet ve istidadını görünce letaif zikrini tarif ve telkin ederdi. Letaif zikri yirmibir bin ile yüzbir bin arasında çekilmektedir. Bu zikirde de muvaffak olup, nefy-u isbat ve hatme-i tehlil zikrine istidad gösterenlere nefy-u isbat zikrini tarif ederdi ki bu zikir, zikirlerin en efdalidir. Hadis-i şerifte: ''Zikirlerin en efdali 'La ilahe illallah' zikridir'' buyrulmuştur.
   Seyda Hazretleri'nin hizmetleri ve terbiyesi genelde üç kısma ayrılmaktadır. Birincisi, İslâm'ı hiç bilmeyen veyahut tamamen günahlara dalmış insanlara tevbe telkin ederek onları İslâm ve iman dairesine çekmesidir. Bu yönüyle, Üstad Bediüzzaman gibi, insanları imana çağırma hizmetini yürütmüştür.
    İkincisi; akidesi düzgün ama gafletle yaşayan mü'minleri velayet nuru ve zikir telkini ile amel-i salih işlemeye sevk etmek, ihlâs ve hizmetlerini artırmak.
  Üçüncüsü; aşk ve muhabbet ehli, kabiliyetli Müslümanlara seyr-u sülüku tamamlatmak.
  Bu üç yol Seyda'nın İslâmî hizmetlerde genel usulü idi. Çoğu kez şöyle buyurmuşlardır:
     ''Bu devirde bizler tarikat hizmetinden çok iman hizmeti görüyoruz. Eskiler bir insanı farz borçlarını kaza ve eda etmeden tarikata almazlardı. Ama günümüz böyle değildir.''

      RABITA-İ ŞERİFE
      SELİM GÜRBÜZER
      Düşünmek iyi yönde de olabilir, menfi yönde de. Hani güzel bir atasözümüz var ya: ‘Dervişin fikri neyse zikri de odur’ diye.  Madem öyle, iyi olanı düşünmek varken,  menfi yönde düşünmekte niye?  Hem menfi düşünmekle,  ta baştan Hz. Ali (k.v)’in beyan buyurduğu “Niyeti kötü olanın attığı ok eninde sonunda kendine döner” veçhiyle kendi kendimizi heba etmiş oluruz.  O halde daha ne duruyoruz, gelin hep birlikte iyi yönde düşünelim ki; Ariflerin deyişiyle hayırlar feth ola, şerler def ola, gönüller şad oluversin.  
         Malumunuz İslam’da müsbet manada düşünmek tefekkür olarak karşılık bulurken, menfi düşünmekse koyu cehalet ve taassub olarak karşılık bulur. Hakeza tasavvufi manada deruni düşüncelere dalmak ise, tıpkı Abdurrahim Karakoç’un ‘Ben hep seni düşünürüm’ şiirinde dile getirdiği:  
        “Aşktan yana söz duyunca,
         Ben hep seni düşünürüm,
         Uçsuz hayaller boyunca
         Ben hep seni düşünürüm” şeklinde  ‘Rabıta-i Şerife’ olarak anlam kazanacaktır. Öyle ya,  kâinat aşk üzerine mayalandığına göre, bir sofi içinde Allah’ı hatırlatacak bir kâmil mürşide aşkla muhabbetle gönlü gönle bağlayıp bu durumun rabıta-i şerife olarak anlam kazanması son derece gayet tabiidir. Zira Ubeydullah Ahrar (k.s)’ın Reşahat’ta geçen sohbetinde “Bu keyfiyet iki kısımdır: Birincisi zahiren beraberlik, ikincisi kalbi beraberliktir” diye beyan buyurması bunun teyididir. Öyle ki bu teyid  ‘Rabıta-ı Şerife’ manasına bir teyittir. Şayet ortada kalbi beraberlik yoksa zahiri beraberlik ister istemez şekli olacaktır. İlla ki kalbi bağ kurmak gerekir ki şekli olmaktan çıkılabilsin. Nitekim Yüce Allah’ın “Allah’tan korkun, sadıklarla beraber olun” (Tevbe suresi, 119) diye beyan buyurduğu hükmün kapsayıcılığı hem zahiren hem de manen bağlılık gerektiren bir hükümdür. Ki;  Sadatlardan Şeyh Abdullah El Ahrari (k.s.); bu ayet-i celileyi okuduğunda sadıklarla zahiren beraberliği ‘sohbet beraberliği’ manasına tefsir ederken, manen beraberliği ise gönlü gönle bağlama manasına ‘Rabıta-i şerife’  olarak tefsir etmiştir. Anlaşılan o ki, rabıtasız sofilik olmaz,  tasavvufi hayat gönlü gönle bağlamayı gerektirir çünkü. Zaten bir sofiyi tasavvufi hayata bağlayan da, ya mürşidinin lisanından çıkan güzel bir sohbet kelamı, ya da mürşidinin iki kaşı arasından süzülerek kalbine akan nurani feyzidir. İşte bu bağlayıcılık olmasa sofi ne mümkün ki,  tefekkür deryasına dalabilsin. Bakınız, Peygamberimiz (s.a.v)’e Allah’ın veli kulları kimlerdir diye sual tevdi edildiğinde verdiği cevap çok manidardır: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah (c.c) hatıra gelir “ (Taberi, 4/2731).
         Gerçektende Allah Resulünün bu güzel beyanına tasavvufi gözle baktığımızda ‘Rabıta-i Şerife’nin ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz dersek yeridir. Zaten öyle de anlamamız icab eder. Çünkü Yüce Allah’ın kâinatı Habib’inin yüzü suyu hürmetine yaratmasının temelinde bizatihi ilahi aşk gerçeği yatmaktadır. Dolayısıyla bir sofinin ilahi aşka kayıtsız kalması sofilikle asla bağdaşmaz,  bilakis sofinin ‘Onlar görüldüğünde Allah’ı hatıra gelir’  hadis-i şerifin mana ve ruhuna uygun olarak aşkla muhabbetle rabıta yapıp Allah Resulünün bu buyruğuna icabet etmesi gerekir.  Malumunuz Rabıta-i Şerife’nin Arapça lügat anlamı gönlü gönle bağlamak demektir.  Hatta Rabıta-i Şerife’nin lügat manasının ötesinde yukarıda zikrettiğimiz Karakoç’a ait ‘Ben hep seni düşünürüm’ şiirinin devamındaki dizelerle bile anlamlandırabiliriz pekâlâ:
        Yıldızlar kayar yüceden;
        Renkler sıyrılır geceden;
        Yüreğim sızlar inceden;
        Ben hep seni düşünürüm.
                  * **       
       Aklın ucu değer hiçe;
       Yol ararım içten içe,
       Kâinat uyur sessizce,
       Ben hep seni düşünürüm.
       İşte bu müthiş dizelerden yola çıkarak kâinat uyuya kalsa da, aklının ucu hiçe değse de gönlünü mürşidine rabt etme halini sofinin ruh dünyasında Allah’ı hatırlatacak derecede nasıl etki yaptığını az çok tahayyül edebiliyoruz. Şayet dizelerinde bizim gibi aklı melekeleri olmuş olsa tahayyül gücüyle oyalanmak yerine kendini sofinin yerine koyup ‘Rabıta-i Şerife’ hal lisanınca şöyle dile gelecekti:       
       Korkunun bittiği yerde,
       Haz duyarım perde perde,
       Bir mezar görsem bir yerde,
       Ben hep seni düşünürüm.
                  ***
       Zaman hep sonsuza akar,
       Meyve dökülür, dal kalkar,
       Çiçeklere bakar bakar,
       Ben hep seni düşünürüm.
                  * **
       Rüzgâr esen ilden ile
       Sağlıkta bitmez bu çile,
       Vardan öte, Yokta bile,
       Ben hep seni düşünürüm.
        Ne diyelim, işte görüyorsunuz gerçek aşk-ı bendi ve gönül bağı bu dizelerin dilinde gizlidir. Bu öyle aşk-ı bendi bir haldir ki,  üstelikte vardan öte, yokta bile Allah’ı hatırlatacak derecede bir gönül bağı gizemdir bu. Varda yok yokta var, hiç fark etmez,  sofi için asl olan düşünde hep o’nun var olması mühimdir.  Hele sofinin yolu bir mezara düşmeye görsün kendini ölümsüz aşk deryasının ortasına düşmüş hissedecektir. Sofi nasıl öyle hissetmesin ki, iç âleminde kıpır kıpır cezbe halde dizginleyemediği öyle bir aşk muhabbeti vardır ki,  o aşk-ı bendi cezbesi kemale erdiğinde bir tutkudan bir tutkuya kendisini taşıyan aydınlık bir meşale olur da. Öyle ki,  içindeki bu aydınlık aşk-ı bendi meşalesi sayesinde sırasıyla bir bir “Fena Fil Sofi,  Fena Fiş Şeyh,  Fenâ Fir Resul, Fenafillâh,  Bekabillah" basamaklarını aşıp en nihayetinde şeb-i arus vuslat hâsıl olurda.  
         Bakınız, Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül adlı kitabın sayfalarını çevirdiğimizde Seyda Hazretleri'ne bir gün ''Efendim, rabıta, tevessül ve himmet konularında bize sohbet eder misiniz?'' diye sorulduğunda mübareğin şöyle buyurduğunu görürüz:   
      ''Tarikat-ı Nakşibendî'de mürşid rabıtası çok önemlidir. Çünkü müride en fazla fayda veren şeyh rabıtasıdır. Bir mürid şeyhinin ruhaniyetini manevî tasarruf ve yardımını her an yanında düşünmelidir. Hatta her attığı adımda şeyhinin ayak izlerine bastığını düşünerek onda (onun halinde) fani olmaya bakmalıdır. Çünkü insan şeyhine rabıta yapa yapa onun manevî tasarrufatı altına girer ve ondan istifade eder. Müridin mürşidinden istifadesi iki şekilde olur: Birincisi, zahiren o’ndan şeriatı öğrenmek,. İkincisi, batınen şeyhin feyzinden istifade etmek. Birincisinde her Müslüman, Müslüman’ca yaşaması için gerekli olan ilimleri öğrenmektedir. İkincisinde ise yine herkese farz-ı ayn olan ilahî muhabbeti tahsil, ihlâsa ulaşma, ahlâk-ı hamideyi elde etme, kin, haset, ucub gibi çirkin sıfatlardan kurtulma gibi nimetleri elde etmektedir. Bu ilimlerin öğrenimi ve uygulanması ekseriya bir manevî tedavi neticesinde vukua gelir. Bu feyiz ve nisbet, kalblere tasarruf eden Cenab-ı Hakk tarafından verilir. Allah kime murad ederse Sadat-ı Kiram o tarafa yönelir ve o kimseye nasibini ulaştırır. Bu işte her şey, şeyhin isteği ile değildir. Öyle olsaydı Gavs- Hizanî (k.s) manevî emaneti (hilafeti) Seyda-ı Taği'ye değil, kendi çocuklarına verirdi.
     Sadatın nisbeti, Peygamber Aleyhisselamın ümmeti için verilmiş bir rahmet, bereket ve hidayettir.
    Geçmiş meşayih aynı usul ve meşreb üzere olmayıp, değişik şekillerde terbiye, ta'lim ve irşad içindeydiler. Mesela, Gavs-ı Hizani kendisi zahirî ilmi Molla Camî'ye kadar okumuştu. Ama Mevlana Halid-i Ölekî (k.s) gibi zamanın büyük bir âlimi, onun yanında seyr-u sülukunu tamamlıyordu.
      Gavs- Hizanî (k.s) çok az konuşurdu, fakat müridlerinde aşırı bir muhabbet ve cezbe vardı. İrşad ve vaazda en önemli olan; va'z eden kimsenin manevî durumudur. Seyru sülukunu tamamlamış bir kimsenin irşadı farklı olur. Sâdatların hâli başkadır. Bir gün Hazret (k.s) sevdiği bir hocaya şöyle demiştir: ''Hoca! Şu karşıdaki ağaçlara bak; içinde kalem gibi doğru olanlar da var, eğri büğrü olanlar da var. Sadatlar, kalem gibi düzgün ağaca benzer, sen onlardan istifade etmeye bak.''
       Bir ayet-i kerimede ''Sadıklarla beraber olun'' buyrulmuştur. Bu ayeti kerimenin tefsirinde birçok ulema rabıtaya işaret olduğunu söylemiştir.
       Elimize kuvvetli bir mıknatıs alsak etrafımdaki küçük metal parçalarını kendisine çektiğini görürüz. İşte insanın durumu da böyledir. İlmen ve aklen kuvvetli olan kişiler etrafındaki insanları etkilerler.
      Mürşidler kuvvetli imanlarından ve ilâhî tasarruflarından dolayı müridlerinin kalplerini dünya sevgisi ve malayani şeylerden temizleyip Allah'a bağlarlar. Bu da tevbe-i nasuh ile meydana gelir. Tevbe-i nasuh insanın sıfatını değiştirir. Sıfatın değişmesi demek, haram fiilleri, çirkin sıfatları terk ederek İslâm'ın meşru dairesine girmek yani sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.
    Bazı sadatlar demişler ki: ''Bizim görevimiz çözüp bağlamaktır.'' Kendilerine: ''Siz neyi çözüp bağlarsınız?'' diye sorulduğu zaman ''Biz, bize tabi olanların kalplerinden dünya muhabbetini çözüp Allah ve ahiret sevgisine bağlarız'' demişlerdir.
      Rabıta manevî bir hattır, müridi, mürşidine ve geçmiş sadatlarına bağlar. Rabıtaya sımsıkı sarılıp devam ettiriniz. İslâmî hizmetleri bırakmayınız. Virdlerinize devam ediniz. Sülukunuzu ilerletiniz. Letaiflerin aslî makamlarına ulaşmasına gayret ediniz. O zaman göreceksiniz ki Allah'ın izniyle Peygamber Efendilerimiz manen size yardım ediyor, geçmiş sadatlar tasarrufta bulunuyor. Bu nimetleri dünyada iken kazanmak isterseniz, tarikat-ı aliyye'nin edeblerine uyunuz; o zaman halk içinde Hakk ile beraber olma sırrı tecelli eder, imanınız taklitten tahkike yükselir. İlme'l yakin ise ayne'l yakin, ayne'l yakin ise hakke'l yakin olur. Bunların hepsi tarikatın temin ettiği nimetlerdir.
       Allah dostları hakkında ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: ''Biliniz ki Allah'ın velileri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.'' Bu nimete ermek ancak dünyada amel-i salih yapmakla olur. Amel-i salih sahipleri için ahiret âlemi ne kadar kolay ve ne kadar güzeldir. Ameli olmayanların vay haline. Akıllı kişiler, bir nefesini dahi gafletle geçirmeyen kimselerdir. Siz akıllı kimselerden olun.''
        Bir gün Seyda (k.s) Hazretleri'ne ''Efendim! Namazda, virtte, hatmede rabıta olur mu? Olursa nasıl yapılmalıdır? Diye sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: ''Namazda rabıta hususunda bazı sadatlar değişik sözler söylemişlerdir. Sonra cahiller onu ifrata götürüyor. Sizler, namaza başlamadan önce rabıta yapınız. Böyle olursa namaza huşu içinde başlanır.
      Cenab-ı Hakk, her müridinin yanında mürşidinin bir ruhaniyetini halk eder (Onun ruhunun nuraniyeti mürid üzerine akseder). Bu yolla mürşid, kalbe tasarruf eder. Bu, Cenab-ı Hakk'ın bir ikramıdır; her şeyi halk eden o’dur. Bu halin vakıada örnekleri çoktur. Nitekim bazı müridlerin kötülüğe meyil durumunda, bazen mürşidi temessül ederek, bazen rüyada, bazen de manevî bir halle onu sakındırdığı vakidir. Bu işleri hakikatte yaptıran Allah'tır. Tarafından bir rahmet olarak mürşidi bu işe vesile kılmıştır.
     Virtte rabıtaya gelince; sadatlara okunan fatiha bir hediyedir. Hediye karşılıksız olmaz. Bu sayede silsiledeki meşayih sizleri tanır. Böylece hatme ve teveccühte sadatlarla baraber olursunuz. Hatmeleri kaçırmayın; teveccüh, ilahî muhabbeti getirir.
      Bir mürid, zikir çekerken Fatihalardan sonra biraz rabıta yapar sonra zikrine başlarsa çok fayda görür. Zikir çekerken huşu ve edebinizi kontrol ediniz.
       İnsana en çok fayda veren bir şey de ölüm rabıtasıdır. Ölüm rabıtası tul-i emeli yıkar, ihlâs ve yakini doğurur.
    Hazret (k.s.), her gün yakınlarından ahirete gidenlerin isimlerini zikrederek ''sıra bize geldi'' derdi.
       Rabıta, nefse karşı en büyük ilaçtır. Rabıta kuvvetlendikçe insan, nefsin hile ve azgınlıklarından kurtulur. Rabıtaya devam ediniz.
    İnsan kendini mahlûkatın en aşağısı olarak görmelidir. Köprü gibi olmalıdır. Üzerinden herkes geçse o görevini yapmalıdır. Nakşibendî nisbeti, nefsini terbiye eden, ihlâs ve teslimiyet sahibi kimselerin üzerine gelir. Evrad-ı Nakşibendiyyeden maksad nefsi ıslahtır. Şeytanın helakı, kendini üstün görmesindendir. Cenab-ı Rabbu'l âlemin bizleri nefsin şerrinden muhafaza eylesin''(Bkz. Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül-Hazırlayan: Ömer Yıldız).
       Yukarıda da namazda rabıta hususunda her ne kadar sadatlar değişik görüşler bildirmiş olsalar da bu mesele Kütub-i Sitte'de özetle şöyle geçer:
       Ashab-ı Kiram'dan biri Hz. Peygamber'e (s.a.v.) rabıta yapıp namaz kıldığında bunu bir sahabe arkadaşıyla şöyle paylaşır:
       - Belki inanmayacaksın ama şimdiye kadar hiç böylesine lezzetli namaz kılmamıştım.
       Tabii arkadaşı bunun üzerine itiraz edip şöyle der:
       -Sen nasıl olurda Hz. Peygamberi (s.a.v.) böyle hayal ediyorsun (rabıta ediyorsun) bu bir küfürdür.
       Derken her iki sahabede soluğu Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanında alırlar.  
       Hz. Peygamber (s.a.v.)’e durum intikal ettiğinde hoş görüp:
       -İyi yaptı der.
       Fakat burada ince bir ayrıntıya dikkat etmekte fayda vardır. Şöyle ki,  bu hususta sadatların da hem fikir olduğu, yani dikkat edilmesi gereken husus sofinin kendi kendine “mürşidim benim ne yaptığımı, nerede olduğumu her an, her saniye her halime vakıftır” türünden yanlış düşüncelere kaptırmaması çok mühimdir. Oysa mürşidin mürid üzerindeki tasarrufatı Allah bildirirse bildirir kadarıyla bir tasarrufattır, bunun aksini iddia etmek maazallah haddi aşmak olur, zaten küfürdür bu.  Hiç kuşkusuz  mutlak manada bilmek sadece Allah'a (c.c) mahsus bir sıfattır.
          Velhasıl-ı kelam, Rabıta-i Şerife hakkında adı geçen kitapta Seyda Hz.leri söyleyeceğini söylemiş zaten, bize ancak bu noktada Gönül Sultanının ardından bıraktığı Gönül Sultanlarına gönülden rabt olmak düşer.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder