10 Nisan 2016 Pazar

ALLAH RESULÜ AFFETMİŞLERDİ, SEYDA HAZRETLERI DE AFFETTİLER

  
ALLAH RESULÜ AFFETMİŞLERDİ,
SEYDA HAZRETLERI DE AFFETTİLER
Araştırmacı Yazar: Selim Gürbüzer

      Seyda(k.s) Gökçeada'da geçen günlerine şükrü ve sabrı tavsiye edip şöyle buyurdular: "Gelin oturun artık Allah'a dua edin. Bizi buraya getirmiş, dolayısıyla sonrasında on katını yapmalıyız. Cenabı-ı Rabbül Âlemin, bu güne kadar bize herşeyi verdi. Bundan sonra bizi buraya gönderip, sadık olup olmadığımızı imtihan ediyor. O halde hiç durmadan ibadet etmemiz gerekiyor."   
       Öyle ki evlerini değiştirip, üç odalı bir yere taşındıklarında ilk söylediği söz şudur: "Şükredin, bir odamız daha oldu. O halde şükrümüzü artıralım. Bakın hem geniş bir yerde oturuyoruz, hem de bizi koruyan polislerimiz bile var. Üstelik bizi her yerden gözetliyorlar da." 
       Madem rabıta, Nakşî yolunun müride emredilenin velideki tecellisi, o halde bu durum fena ve beka halini gösteren bir işaretin neticesi öz yurduna dönüş manasına gelir. Nitekim Seyda Hz.leri, romatizma ağrıları için girdiklerı kuma baktığında şöyle beyan buyurur: "Tıpkı Medine'nin kumları gibi."  İşte sefer der vatanın tecellisi diyebileceğimiz fenâ-fir resûl hali budur.
        Seyda Hz.lerinin ferdi hastalıkları ilerleyince,  o dönemin halk tarafından seçilmiş Başbakanı Turgut Özal'ın gayretleriyle Ankara Gülhane Hastanesi'nde muayene edilir. Kendisine yapılan bir teşhis sonucu heyet raporuyla Ankara’da ikameti gerçekleşir. Böylece bir süre Ankara Çankaya Karyağdı Sokak’ta mecburi ikamete tabii tutulur. Yani sürgün hayatı burada devam edecektir. Neyse ki 6 Şubat 1986 yılı olduğunda mecburi ikamet ve gözetim kaldırılır. İlginçtir bu süre zarfında ne bir şikâyet, ne bir bıkkınlık hali görülür. Değim yerindeyse dışarıdan en küçük bir vicdan sahibini feryad ettirecek bu dönem hakkında, ne makam sahibi bir kişiyi suçlayıcı bir söz, ne herhangi incitici söz, ne de yaralayıcı söz söylemiştir. Üstelik kendisinin masum olduğuna dair hiç bir ispata tenezzül de etmez.
        Sürgün dönemi bittiğinde ilk iş menzil’e dönüştür. Menzile geldiğinde önce Gavs Hazretleri'nin merkadını ziyaret, şükür namazı, Hane-i Saadetleri'ne teşrif ve ardından Mevlit okunur.
         Artık sürgün hayatından sonra Menzil bir bambaşka hal alır.  Öyle ki bu yıllar, Menzil'in, mekân olarak genişletildiği yıllardır. Bahçe genişletiliyor ve daha nice faaliyetler başlıyor. Hele inşa faaliyetleri esnasında üzerinde titizlikle durulan bir yer var ki dikkatlerden kaçmaz, bu çoban evlerinden başkası değildir. Elbette ki Seyda Hazretleri meslektaşlarını kollayacaktır. Her çoban sürüsünden mesuldür derler ya, aynen öyle de Seyda Hazretleri de sofilerin çobanıdır. Nitekim Allah Resulü'nün çobanlık yaptığını düşündüğümüzde bunun ne anlama geldiğini daha iyi idrak ediyoruz.
         Tarih 1991 yılını gösterdiğinde Seyda (k.s.)’ın göz ameliyatı için Menzil'den bir süreliğine ayrıldığına şahit oluruz. Derken Ankara'da Çankaya Hastanesi'nde göz ameliyatı gerçekleşir. Ayrıca bu yıllarda sofilerin muhabbetten kulluk makamına ulaşmak için yarıştıkları yıllardır.  Hakeza bu yıllara Fetih yılları dersek yeridir. Şöyle ki; neticesine baktığımızda vuku bulan hadise bakımından bu tespitin doğru olduğu kanaatindeyiz. Kanaatimizi ortaya koyan benzerlik elbette ki Hayber'in fethiyle Yahudi kalesinin düşmesinin akabinde yaşanan hadisedir. Nasıl ki Hayber'in fethinde bir gizli el zehirli eti ziyafet sofrasında sunmuşsa, Menzil'de de bir bayram günü ziyaret esnasında bir zinde el tarafından eline şırıngayla zehir enjekte edilmiştir. Sonuçta her iki olayda da zehir vardır.  İlginçtir bu hadisede yine benzer bir ortak yön var ki;  hiç kuşkusuz Allah Resulü ve Seyda Hz.lerine yapılan bu suikastın şahadetlerinden 2 yıl önce gerçekleşmiş olmasıdır. Belli ki Yüce Allah (c.c) bu sünnetin ihyasını dileyip, küfrün aczini ortaya koymak bakımından böyle takdir etmiş. Dolayısıyla sofiler bu döneme fetih yılları gözüyle bakar. Nasıl bakmasın ki,  bu kadarda benzerlik olur mu dercesine Allah Resulünün Hayber fethi yıllarında ziyafet sofrasında zehirli eti sunan sinsi eli affettiği gibi Seyda Hazretleri de bu suikast girişiminde bulunana aynısını yapmıştır. Her şeyden öte Seyda Hazretleri’nin bilhassa sürgün dönüşü zirve yapan o irşad faaliyeti arasındaki uyumluluk her şeyi izah etmeye yeter artar da.
        Malum 1992 yılı Seyda Hazretleri'nin Ankara'ya teşrif ettiği yıldır. Ankara'nın Çankırı yolu hattındaki Esenboğa hava alanına giden yol üzerinde bulunan Pursaklar'da inşa edilen cami’de sofilerle birlikte namaz kılıp Hatme-i Hâcegân eda edilir. Tabii bu yürüyüş Pursaklar’la sınırlı kalmaz, 45 gün sonra Afyon Hayat Jeotermal kaplıcaların yanında, kendileri için tanzim edilen eve teşrif etmişlerdir.  Her ne kadar tedavi maksadıyla buraya gelmiş görünse de kaplıca suyuna ancak sabah namazından sonra girme fırsatı bulabiliyordu. Anlaşılan irşad burada da devam etmiş. Bu arada kaplıcanın hemen yanı başında camii inşaatına start vermeyi de ihmal etmeyecektir.
         Kırk gün sonra, dönüş yine Ankara Pursaklar semtinedir.  Ankara ve çevre illerden gelen taliplilerle dolar taşar da. Öyle ki Pursaklar’da tam bir bayram havası esip, adeta Pursaklar Buhara’nın Kasr-i Arifan’a dönüşür. Nasıl dönüşmesin ki;   burada binlerce sofi ve yine irşad faaliyeti vardır. İşte Allah dostlarının böyle zamanlarda yaptıkları faaliyet;  güzel çirkin, kör topal demeden çağın buhranına kapılmış ümmeti yangından mal kurtarır gibi çekip almak olmuştur.
          Artık Menzil'e, sondan bir önceki geliştir. Yolda yine tevbe ve saliklere şefkat, mekân ve zaman seçmeksizin Allah'a çağırmak tek gaye olmuştur.
      Menzil'de bu sefer ikinci bir suya ihtiyaç vardır. Bu kez yeniden sondaj ve yeni bir ab-ı hayat gerçekleşir. Malum, bu sondajın öncesinde Gavs-ı Bilvanisi Hazretleri de bir işaretle su çıkarmışlardı. Zaten sondaj Allah'ın ilmine işarettir. Teknik ve bilim Allah'ın sani sıfatının tecellisi. Bu yüzden şöyle buyurmuştu:
        "Tayyi mekân edebilen veli dahi, arabayı, treni, uçağı kullanmak zorundadır. Bu onların üzerinde Allah'ın hakkıdır."
         Menzil'de son işler. Bütün maddi ihtiyaçlar tamamlanmış sayılırdı. Yine dönüş Afyon'a. Burada romatizmaları tedavi edilecektir.
         Ve nerden geldiği belli olmayan bir işaretle bir hutbe irad ediyorlar. Buyurdular ki: "Bismilahirrahmanirrahim. Allah (c.c.) bizlere üç büyük nimet bahşetmiştir. Bu nimetlere çok şükür etmemiz lazımdır. Bu nimetlerden; oruç tutmak, zekât vermek, sadaka vermek, namaz kılmak Allah (c.c.)'ın bize bahşettiği en büyük nimetlerdendir.
      O nimetlerden birinci ve en önemlisi, Allah (c.c.) bizi Müslüman olarak yaratmıştır. Bizim de bu nimete karşılık Allah’a (c.c.) çok ibadet etmemiz lazım. Bu ibadetlere karşılık Allah (c.c.) Müslümanlara cenneti ve içindeki çeşitli nimetleri hazırlamıştır ve ebedi olarak orada kalacaktır. Ona göre ibadetleri artırmamız lazım gelir.
    Allah (c.c.) isteseydi bizi, Müslüman değil de kâfir olarak da yaratabilirdi. Kafirler için ebedi cehennem ateşi ve azabını hazırlamıştır..... Sofiler ayakta çok beklediler. Onun için sohbetime bu arada ara veriyorum. Cuma'ya kadar inşallah eve gideceğim. Allah hepimizi affetsin."
         İşte bu sohbet her türlü gelecek şüphesinden arınmışlığı gösteren bir işaret olsa gerek ki o yılın Seyda Hazretleri'nin 63 yaşında olduğunu bilenler unutmuş görünür. Bu, Allah'ın sofilerin akıllarını muhafaza etmeleri için bir nisyan halidir. Nitekim Ankara'ya dönüyorlar.
      Cuma guslü sünnettir.
      Allah Resulü cuma günü için gusül emretmişlerdi.  Zaten Allah dostları sünnetten kıl payı olsun kopmazlar. Ve onlar hayatlarını sünnete uygun tanzim ederler. Hatta şahadetlerinde bile bu böyledir. Zira cuma yaklaşırken göğüslerinde bir ağrı belirir. Derhal muayene ediliyor.  Bir ara oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri  ile göz göze geliyor. Hayy! Bir tek Allah diridir. Derken şahadetleri gerçekleşiyor.
         Şahadet şerbeti içtiğinde yaşı tamtamına altmış üçtür. Gerçektende gök yarılsa, yer kaynasa,  o gün sofinin halini anlatmaya güç yetiremezdi. Çünkü aklın bir an tutulduğu, yerini terk edip geri döndüğü andır, dem bu dem.
         O an Ömer el Faruk’un; o öldü diyeni öldürürüm halet-i ruh halidir bu. Neyse ki Sıddık-ı Ekber, Hz. Ömer'i yerine oturtur ve der ki: "Muhammed'e tapanlar bilsinler ki o öldü. Allah'a tapanlar bilsin ki O ölmez."
       İşte bu ve buna benzer durumu önlemek adına yerinden ayrılan akılları toplayan ve yine o neslin bir evladı Seyyid Fevzeddin Hazretleri devreye girer ve der ki:
      "Ağlamayın, Allah Resulü'ne ne yapıldıysa, babama da o yapılacak."
      İşte bu atmosfer içerisinde Seyda Hz.leri defnedilmek üzere boyunlar bükük, eller bağlanmış, tutku gözlerle kafileler eşliğinde Pursaklar’dan Menzile varılır.
      Sabah vakti Menzile varıldığında yurdun dört bir yanından gelen insan seliyle sofiler sanki bir ruz-i mahşerin içinde bulur kendini.

      Onlar asrın her türlü kirlenmişliğinden kurtarıcılarını, Allah'ın yolunu tanımalarına vesile olan zatı, son yolculuğuna uğurlamak için gelmişlerdi. Artık kalpler donuk, gözler yaşlı ve dizler dermansızdır. Öyle ki gözlerden akan yaşı, metanet dizginleyemiyor, ama ne bir taşkınlık, ne de bir çığırtkanlık, ne de bir izdiham görülür.  Vuslat vakti geldiğinde on binler, İmamın er kişi niyeti sedasıyla saf olmuşlardı. Gözler yaşlı, içler buruk ama tek bir yürekten Allah-u Ekber deyip onun arkasında namaza durmak bir başkadır. Hakeza onu toprağa uğurlamakta bambaşkadır. Seyda Hazretleri omuzlarda markada doğru uğurlanırken biryandan da izdihamdan ona omuz veremeyen onun canı, evladı gibi sevdiği diğer sofiler, yolun iki yanına dizilmiş, yüzler acı hüznün nakşıyla işlenmiş, bir halde uğurlayacaklardır.  Ve nihayet toprağa veriliyor. Gavs Hazretleri'nin yanına defnediliyor. Böylece Şeb-i Arus’u gerçekleşiyor. 

Kaynak: Gül nesil video, Seytaç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder