ALLAH RESULÜ
AFFETMİŞLERDİ,
SEYDA
HAZRETLERI DE AFFETTİLER
Araştırmacı Yazar: Selim Gürbüzer
Seyda(k.s) Gökçeada'da geçen günlerine
şükrü ve sabrı tavsiye edip şöyle buyurdular: "Gelin oturun artık Allah'a dua edin. Bizi buraya getirmiş, dolayısıyla
sonrasında on katını yapmalıyız. Cenabı-ı Rabbül Âlemin, bu güne kadar bize
herşeyi verdi. Bundan sonra bizi buraya gönderip, sadık olup olmadığımızı
imtihan ediyor. O halde hiç durmadan ibadet etmemiz gerekiyor."
Öyle ki evlerini değiştirip, üç odalı bir yere
taşındıklarında ilk söylediği söz şudur: "Şükredin, bir odamız daha oldu. O
halde şükrümüzü artıralım. Bakın hem geniş bir yerde oturuyoruz, hem de bizi
koruyan polislerimiz bile var. Üstelik bizi her yerden gözetliyorlar da."
Madem
rabıta, Nakşî yolunun müride emredilenin velideki tecellisi, o halde bu durum fena
ve beka halini gösteren bir işaretin neticesi öz yurduna dönüş manasına gelir. Nitekim
Seyda Hz.leri, romatizma ağrıları için girdiklerı kuma baktığında şöyle beyan buyurur:
"Tıpkı Medine'nin kumları gibi." İşte sefer der vatanın tecellisi
diyebileceğimiz fenâ-fir resûl hali budur.
Seyda Hz.lerinin ferdi hastalıkları
ilerleyince, o dönemin halk tarafından seçilmiş
Başbakanı Turgut Özal'ın gayretleriyle Ankara Gülhane Hastanesi'nde muayene edilir.
Kendisine yapılan bir teşhis sonucu heyet raporuyla Ankara’da ikameti
gerçekleşir. Böylece bir süre Ankara Çankaya Karyağdı Sokak’ta mecburi ikamete
tabii tutulur. Yani sürgün hayatı burada devam edecektir. Neyse ki 6 Şubat 1986
yılı olduğunda mecburi ikamet ve gözetim kaldırılır. İlginçtir bu süre zarfında
ne bir şikâyet, ne bir bıkkınlık hali görülür. Değim yerindeyse dışarıdan en
küçük bir vicdan sahibini feryad ettirecek bu dönem hakkında, ne makam sahibi
bir kişiyi suçlayıcı bir söz, ne herhangi incitici söz, ne de yaralayıcı söz söylemiştir.
Üstelik kendisinin masum olduğuna dair hiç bir ispata tenezzül de etmez.
Sürgün dönemi bittiğinde ilk iş menzil’e
dönüştür. Menzile geldiğinde önce Gavs Hazretleri'nin merkadını ziyaret, şükür
namazı, Hane-i Saadetleri'ne teşrif ve ardından Mevlit okunur.
Artık sürgün hayatından sonra Menzil bir
bambaşka hal alır. Öyle ki bu yıllar,
Menzil'in, mekân olarak genişletildiği yıllardır. Bahçe genişletiliyor ve daha
nice faaliyetler başlıyor. Hele inşa faaliyetleri esnasında üzerinde titizlikle
durulan bir yer var ki dikkatlerden kaçmaz, bu çoban evlerinden başkası
değildir. Elbette ki Seyda Hazretleri meslektaşlarını kollayacaktır. Her çoban
sürüsünden mesuldür derler ya, aynen öyle de Seyda Hazretleri de sofilerin
çobanıdır. Nitekim Allah Resulü'nün çobanlık yaptığını düşündüğümüzde bunun ne
anlama geldiğini daha iyi idrak ediyoruz.
Tarih 1991 yılını
gösterdiğinde Seyda (k.s.)’ın göz ameliyatı için Menzil'den bir süreliğine
ayrıldığına şahit oluruz. Derken Ankara'da Çankaya Hastanesi'nde göz ameliyatı
gerçekleşir. Ayrıca bu yıllarda sofilerin muhabbetten kulluk makamına ulaşmak
için yarıştıkları yıllardır. Hakeza bu
yıllara Fetih yılları dersek yeridir. Şöyle ki; neticesine baktığımızda vuku bulan
hadise bakımından bu tespitin doğru olduğu kanaatindeyiz. Kanaatimizi ortaya
koyan benzerlik elbette ki Hayber'in fethiyle Yahudi kalesinin düşmesinin
akabinde yaşanan hadisedir. Nasıl ki Hayber'in fethinde bir gizli el zehirli
eti ziyafet sofrasında sunmuşsa, Menzil'de de bir bayram günü ziyaret esnasında
bir zinde el tarafından eline şırıngayla zehir enjekte edilmiştir. Sonuçta her
iki olayda da zehir vardır. İlginçtir bu
hadisede yine benzer bir ortak yön var ki; hiç kuşkusuz Allah Resulü ve Seyda Hz.lerine
yapılan bu suikastın şahadetlerinden 2 yıl önce gerçekleşmiş olmasıdır. Belli
ki Yüce Allah (c.c) bu sünnetin ihyasını dileyip, küfrün aczini ortaya koymak
bakımından böyle takdir etmiş. Dolayısıyla sofiler bu döneme fetih yılları gözüyle
bakar. Nasıl bakmasın ki, bu kadarda
benzerlik olur mu dercesine Allah Resulünün Hayber fethi yıllarında ziyafet
sofrasında zehirli eti sunan sinsi eli affettiği gibi Seyda Hazretleri de bu
suikast girişiminde bulunana aynısını yapmıştır. Her şeyden öte Seyda Hazretleri’nin
bilhassa sürgün dönüşü zirve yapan o irşad faaliyeti arasındaki uyumluluk her
şeyi izah etmeye yeter artar da.
Malum 1992 yılı Seyda Hazretleri'nin
Ankara'ya teşrif ettiği yıldır. Ankara'nın Çankırı yolu hattındaki Esenboğa
hava alanına giden yol üzerinde bulunan Pursaklar'da inşa edilen cami’de
sofilerle birlikte namaz kılıp Hatme-i Hâcegân eda edilir. Tabii bu yürüyüş
Pursaklar’la sınırlı kalmaz, 45 gün sonra Afyon Hayat Jeotermal kaplıcaların yanında,
kendileri için tanzim edilen eve teşrif etmişlerdir. Her ne kadar tedavi maksadıyla buraya gelmiş
görünse de kaplıca suyuna ancak sabah namazından sonra girme fırsatı
bulabiliyordu. Anlaşılan irşad burada da devam etmiş. Bu arada kaplıcanın hemen
yanı başında camii inşaatına start vermeyi de ihmal etmeyecektir.
Kırk gün sonra, dönüş yine Ankara Pursaklar
semtinedir. Ankara ve çevre illerden
gelen taliplilerle dolar taşar da. Öyle ki Pursaklar’da tam bir bayram havası
esip, adeta Pursaklar Buhara’nın Kasr-i Arifan’a dönüşür. Nasıl dönüşmesin ki; burada binlerce sofi ve yine irşad faaliyeti vardır.
İşte Allah dostlarının böyle zamanlarda yaptıkları faaliyet; güzel çirkin, kör topal demeden çağın
buhranına kapılmış ümmeti yangından mal kurtarır gibi çekip almak olmuştur.
Artık Menzil'e, sondan bir önceki geliştir.
Yolda yine tevbe ve saliklere şefkat, mekân ve zaman seçmeksizin Allah'a
çağırmak tek gaye olmuştur.
Menzil'de bu sefer ikinci bir suya
ihtiyaç vardır. Bu kez yeniden sondaj ve yeni bir ab-ı hayat gerçekleşir. Malum,
bu sondajın öncesinde Gavs-ı Bilvanisi Hazretleri de bir işaretle su
çıkarmışlardı. Zaten sondaj Allah'ın ilmine işarettir. Teknik ve bilim Allah'ın
sani sıfatının tecellisi. Bu yüzden şöyle buyurmuştu:
"Tayyi mekân edebilen veli dahi,
arabayı, treni, uçağı kullanmak zorundadır. Bu onların üzerinde Allah'ın
hakkıdır."
Menzil'de
son işler. Bütün maddi ihtiyaçlar tamamlanmış sayılırdı. Yine dönüş Afyon'a. Burada
romatizmaları tedavi edilecektir.
Ve nerden geldiği belli olmayan bir işaretle
bir hutbe irad ediyorlar. Buyurdular ki: "Bismilahirrahmanirrahim. Allah (c.c.) bizlere üç büyük nimet
bahşetmiştir. Bu nimetlere çok şükür etmemiz lazımdır. Bu nimetlerden; oruç
tutmak, zekât vermek, sadaka vermek, namaz kılmak Allah (c.c.)'ın bize
bahşettiği en büyük nimetlerdendir.
O nimetlerden birinci ve en
önemlisi, Allah (c.c.) bizi Müslüman olarak yaratmıştır. Bizim de bu nimete
karşılık Allah’a (c.c.) çok ibadet etmemiz lazım. Bu ibadetlere karşılık Allah
(c.c.) Müslümanlara cenneti ve içindeki çeşitli nimetleri hazırlamıştır ve
ebedi olarak orada kalacaktır. Ona göre ibadetleri artırmamız lazım gelir.
Allah (c.c.) isteseydi bizi,
Müslüman değil de kâfir olarak da yaratabilirdi. Kafirler için ebedi cehennem
ateşi ve azabını hazırlamıştır..... Sofiler ayakta çok beklediler. Onun için
sohbetime bu arada ara veriyorum. Cuma'ya kadar inşallah eve gideceğim. Allah
hepimizi affetsin."
İşte bu
sohbet her türlü gelecek şüphesinden arınmışlığı gösteren bir işaret olsa gerek
ki o yılın Seyda Hazretleri'nin 63 yaşında olduğunu bilenler unutmuş görünür.
Bu, Allah'ın sofilerin akıllarını muhafaza etmeleri için bir nisyan halidir. Nitekim
Ankara'ya dönüyorlar.
Cuma guslü sünnettir.
Allah
Resulü cuma günü için gusül emretmişlerdi. Zaten Allah dostları sünnetten kıl payı olsun
kopmazlar. Ve onlar hayatlarını sünnete uygun tanzim ederler. Hatta
şahadetlerinde bile bu böyledir. Zira cuma yaklaşırken göğüslerinde bir ağrı
belirir. Derhal muayene ediliyor. Bir
ara oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri ile göz
göze geliyor. Hayy! Bir tek Allah diridir. Derken şahadetleri gerçekleşiyor.
Şahadet şerbeti içtiğinde yaşı tamtamına altmış
üçtür. Gerçektende gök yarılsa, yer kaynasa, o gün sofinin halini anlatmaya güç yetiremezdi.
Çünkü aklın bir an tutulduğu, yerini terk edip geri döndüğü andır, dem bu dem.
O an Ömer el Faruk’un; o öldü diyeni öldürürüm
halet-i ruh halidir bu. Neyse ki Sıddık-ı Ekber, Hz. Ömer'i yerine oturtur ve
der ki: "Muhammed'e tapanlar bilsinler ki o öldü. Allah'a tapanlar bilsin ki
O ölmez."
İşte bu ve buna benzer durumu önlemek adına
yerinden ayrılan akılları toplayan ve yine o neslin bir evladı Seyyid Fevzeddin
Hazretleri devreye girer ve der ki:
"Ağlamayın, Allah Resulü'ne ne yapıldıysa, babama da o yapılacak."
İşte bu atmosfer içerisinde Seyda Hz.leri
defnedilmek üzere boyunlar bükük, eller bağlanmış, tutku gözlerle kafileler eşliğinde
Pursaklar’dan Menzile varılır.
Sabah
vakti Menzile varıldığında yurdun dört bir yanından gelen insan seliyle sofiler
sanki bir ruz-i mahşerin içinde bulur kendini.
Onlar asrın her türlü kirlenmişliğinden kurtarıcılarını,
Allah'ın yolunu tanımalarına vesile olan zatı, son yolculuğuna uğurlamak için gelmişlerdi.
Artık kalpler donuk, gözler yaşlı ve dizler dermansızdır. Öyle ki gözlerden
akan yaşı, metanet dizginleyemiyor, ama ne bir taşkınlık, ne de bir çığırtkanlık,
ne de bir izdiham görülür. Vuslat vakti
geldiğinde on binler, İmamın er kişi niyeti sedasıyla saf olmuşlardı. Gözler
yaşlı, içler buruk ama tek bir yürekten Allah-u Ekber deyip onun arkasında
namaza durmak bir başkadır. Hakeza onu toprağa uğurlamakta bambaşkadır. Seyda
Hazretleri omuzlarda markada doğru uğurlanırken biryandan da izdihamdan ona
omuz veremeyen onun canı, evladı gibi sevdiği diğer sofiler, yolun iki yanına
dizilmiş, yüzler acı hüznün nakşıyla işlenmiş, bir halde uğurlayacaklardır. Ve nihayet toprağa veriliyor. Gavs
Hazretleri'nin yanına defnediliyor. Böylece Şeb-i Arus’u gerçekleşiyor.
Kaynak: Gül nesil video, Seytaç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder